1. Diplomasi Kelimesi Hakkında
Diplomatika
ve diplomasi kelimeleri, aynı kökten türetilmiş kelimeler olması
sebebiyle genellikle karıştırılmaktadır. Diplomasi
kelimesi de diplomatika
(vesika ilmi)
kelimesi gibi etimolojik olarak
“di ploma” kelimesinden
üretilmiş bir kelimedir ve bu kelimenin anlamı ise, “üzerinde imza bulunan ikiye katlanmış; kağıt, belge”
demektir. Bu bağlamda diplomasi
kelimesi, devleti
tarafından kendisine “di ploma”
verilen
yüksek dereceli memurun (diplomat),
dış işlerinde yapmakla mükellef olduğu vazife, iş manasındadır ve “di ploma”
kelimesini
bugünkü dile ”güven mektubu”
olarak
çevirebiliriz. Diplomasi bir manada, resmi temsilciler vasıtasıyla devletler
arasındaki ilişkileri yürütme işi ya da sanatıdır.
2. Osmanlı Diplomasisinin
Yapısal Dönemleri
a.
Daimi Elçiliklerin Tesisine Kadar Geçen Dönem (1299-1793)
Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan,
uluslararası kordiplomatik kuralların kararlaştırıldığı 1815 Viyana Kongresi'ne
kadar, Osmanlı kordiplomatiğinin oluşumu açısından kayda değer dönemler
mevcuttur. Bu dönemler, Osmanlı kordiplomatiğinin yapısal olarak geçirdiği
önemli dönemleri kapsamaktadır.
Bu dönemlerde, Osmanlı
kordiplomatik teşkilatı, Osmanlı dış politikasına paralel olarak büyük
değişikliklere uğramıştır. Osmanlı Devleti'nin, uç beyliği statüsüyle Anadolu topraklarında siyasal bir
varlık olarak ortaya çıktığı dönemlerde komşuları bulunan tekfurlar ve Bizans
ile bir taraftan, diğer Türk beylikleri ile diğer taraftan yakın ilişkiler
tesis ettiği bilinmektedir. Bizans ile olan ilişkilerde karşılıklı yardımlaşma
esasına dayanan veya evlilik yolu ile takviye edilen ilişkiler mevcuttu.
Özellikle Orhan Bey zamanında Bizans ile olan ilişkilerde, hususi sebeplerle
elçi gönderme söz konusudur; hatta Orhan Bey'in 1347 yılında Üsküdar'da Bizans
İmparatoru VI. Kantakuzenos ile
bizzat görüştüğü bilinmektedir.
Hammer, Osmanlı Devleti'nin ilk
elçiyi 1339 yılında Orhan Bey zamanında Bağdat'a gönderdiğini yazmaktadır.I.Murad
zamanında ise, yeni kazanılan ve toprakların genişlemesine paralel olarak,
yabancı ve komşu ülkeler ile ilişkiler de büyümüş ve genişlemiştir. İmparator Joannis oğlu Kir Manuel’i
Sultan Murad'ın yanına elçi olarak kalması için göndermiştir; bu Bizans
İmparatorlarının özen gösterdiği bir husustu. Özellikle Balkanların ve
İstanbul'un fethinden sonra, Avrupalı devletlerle diplomatik trafik doğal
olarak yoğunlaşmıştır. Osmanlı Devleti, XIV ve XV. yüzyıldan itibaren Balkanlar
ve Doğu Avrupa'da siyasi nüfuzunun ve dolayısıyla müzakere pozisyonunun
güçlenmesinden sonra, dış politikada ve diplomatik münasebetlerde “hiç
bir devleti eşit hakları haiz
muhatap kabul etmeyen” bir anlayış yerleşmeye başlamıştır.
Uluslararası yazışmalara da yansıyan ve Osmanlı diplomatikasında bariz bir
şekilde görülen bu anlayış, Osmanlı Devleti'nin Akdeniz'i, Doğu Avrupa'yı
idaresi altına aldıktan ve hakimiyetini Anadolu ve Asya'da tahkim ettikten
sonra daha da kuvvetlenmiştir. 1521'de Belgrad'ın fethinden sonra 1526 yılında
Macar İmparatorluğu’nun, güçlü Osmanlı orduları tarafından tarih sahnesinden
silinmesinden ve Viyana önlerine kadar uzanan bir siyası nüfuz devrinden sonra
İslam'ın halifesi ve Hıristiyanlığın hamisi Avusturya Roma İmparatoru karşı
karşıya gelmiş ve özellikle Osmanlı Avusturya arasındaki siyasi ve diplomatik
savaş son derece kızışmıştır. Buna paralel olarak, bu mücadelelere dolaylı ve
dolaysız katılmak zorunda kalan başta Rusya, İran ve Fransa adeta XVIII.
yüzyılda Osmanlı Devleti'nin Doğu ve Batı politikalarının ve diplomasisinin
yoğunlaştığı merkezler olmuştur.
b.
1793'den 1815 Viyana Kongresi'ne Kadar Olan Dönem
Osmanlı Devleti'nin daimi
temsilciliklerin kurulmadığı, sadece fevkalade elçilikler ile yetinildiği
yıllarda, Osmanlı Devleti'nin yabancı ülkelerde daimi elçilikler tarafından
temsil edilmemesi fazla mahzur teşkil etmiyordu. Devletin büyüklüğü ve buna paralel
olarak uluslararası arenada müzakere pozisyonunun son derece güçlü olması
sayesinde başka devletlerin yardımı olmadan istediklerini düşmanlarına dikte
ettirebiliyordu.
Fakat,
bu satvet ve ihtişam
grafiğinin zamanla düşmesi ve uluslararası politikada etkinliğin ve
yaptırım gücünün
kaybolması
bu durumu değiştirdi. XVIII.
yüzyıldan itibaren
düşmanlarına
karşı tek
başına mücadele
edemeyen Osmanlı Devleti,
Hıristiyan devletlerin
yardımını istemeye
mecbur kaldı. Yabancı
elçilere yapılan muamele
değiştiği gibi,
bu husus yabancı
ülke hükümdarlarına yazılan mektuplara
da yansıdı; ilk
defa bu yüzyılda yabancı hükümdarlara
“miknetlü ulu dostumuz” gibi
tabirler kullanılmaya başlandı.
Artık Osmanlı Devleti, uluslar arası diplomasi usullerine uymak
zorunda kalıyordu; Avrupa
devletler dengesinde meydana gelen değişmeleri yakından takip etmek, bunlardan faydalanmayı bilmek
gerekiyordu. Bu konuda ilk girişimi
yapan Sultan III. Selim'dir. İlk defa 1793 yılında başlamak üzere, 1802 yılına kadar
Avrupa'nın belli
merkezlerine üç yıllık
süre ile daimi elçiler atandı. Böylece yabancı ülkelere
ilk defa daimi elçiler gönderiliyor ve Osmanlı Devleti'nin menfaatleri yerinden temsil edilmeye başlanıyordu. Daimi
elçiliklerden gerekli faydayı
sağlayamadığına inanan Sultan III.Selim, bu hususta daha fazla masrafa katlanmanın lüzumsuz
olduğunu düşünerek, daimi
elçilikleri
kaldırmaya karar verdi; ancak, bunların birden bire kaldırılmasını da
uygun bulmuyordu. Bu yüzden bu ülkelerde, Fransa hariç, Osmanlı Devleti'nin maslahatgüzarlar tarafından temsil
edilmesi kararlaştırıldı. 1815
yılında yapılan Viyana
Kongresi kordiplomatikte yeni bir
düzenleme yaptı ve
elçilikleri, büyük elçi, orta elçi,
ikamet elçisi ve maslahatgüzar olmak üzere dört sınıfta topladı. Fakat
üç yıl sonra
1818'de toplanan Aux la Chapelle Kongresi'nde
ise, bütün dünya devletleri için bağlayıcı olan bugünkü modern kordiplomatiğin esasları belirlendi. Osmanlı Devleti
1821 yılına kadar
Avrupa devletleri nezdinde maslahatgüzarlar bulundurmaya
devam etti; bunlar gayrimüslimlerden
tayin olunduğu gibi,
Müslümanlardan da seçiliyordu.
Yunan ayaklanması başlayınca, Rum
maslahatgüzarın Babıali'ye kasten
yanlış haber
verdiği anlaşılınca, Sultan
II. Mahmud onların
hepsinin işine
son verdi; böylece ikamet elçilikleri muvakkaten ortadan kalkmış oldu.
II.Mahmud saltanatının son
yıllarında, III.
Selim'in kırk yıl önce
giriştiği tecrübeden
faydalanarak 1834 yılında
bu teşebbüsü
tekrar yenilemiş
ve bu günümüze kadar devam etmiştir.
3. Osmanlı Diplomasisinin
Siyasal Dönemler Açısından Dönüm Noktaları
a. Kuruluştan
1453 İstanbul'un
Fethi'ne Kadar Olan Dönem
Osmanlı Devleti'nin
bir uç beyliği olarak
tarih sahnesine çıkmasından
sonra, gerek Türk beylikleri ile ve gerekse Bizans ile dar
kapsamda da olsa ilişkileri
mevcuttu. Orhan Bey zamanından İstanbul'un fethine kadar geçen
zamanda, kazanılan topraklar
sebebiyle yeni yeni komşular
ile muhatap olunmuş
ve onlarla olan ilişkilerde
bu olaylara paralel olarak genişlemiştir. İstanbul'un fethine kadar Avrupa, doğuda günden güne genişleyen ve
kuvvet kazanan bu devleti pek ciddiye almamıştı. Osmanlı Devleti ile Bizans'tan sonra ilk
ve doğrudan ilişki kuran
devletler, doğal
olarak Macaristan ve Venedik idi. Balkanlarda ilerleyen ve
gelecekte Avrupa için büyük bir siyasi güç olarak problem teşkil edecek
olan Osmanlılara
ilk ciddi mukavemeti Macarlar göstermişlerdir.
Macarlar, gerek Hıristiyanlığın
ve gerekse Avrupa'nın
arka bahçesi olmaları
gibi stratejik bir konumdan dolayı çok zor bir durum ile karşı karşıya idiler.
1389 Kosova Savaşı'ndan
sonra başlayan Osmanlı Macar
münasebetleri tarihinde, 1396 Niğbolu
Savaşı büyük anlam taşımaktadır. Avrupa'nın savunması kendi omuzlarına yüklenen
Macaristan, günden güne büyüyen Osmanlı Devleti'ne yalnız karşı koyamayacağını anlamış
ve bu yüzden Hıristiyan
Haçlı Seferi fikrine başvurarak, bir haçlı seferi
tertibine muvaffak olmuştur.
Fakat bu sefer hüsran ve yenilgi ile neticelenmiştir. Bu
şekilde başlayan ve
Macaristan'ın 1526
Mohaç Meydan Savaşı
ile tarih sahnesinden silinmesine kadar devam eden münasebetler
çerçevesinde, her iki devlet de birbirlerine karşı değişik stratejiler uyguladıkları
gibi, zaman zaman bu ilişkilerin
bir gereği
olarak diplomatik ilişkilerde de bulunmuşlardır.
Bu dönemde Osmanlı Devleti,
fetih operasyonlarının neticesinde dolaylı veya
dolaysız kendisi
ile münasebette olan ülkelere
karşı tavizsiz
ve yaptırımcı bir
politika izlenmiştir. Bu siyasi ve diplomatik tavrın neticesinde,
“hiç
bir devleti eşit hakları haiz
muhatap kabul etmeme” anlayışı yerleşmeye başlamıştır.
b. 1453'den 1606 Zitvatorok Barışı'na
Kadar Olan Dönem
Fatih
Sultan Mehmed, İstanbul'un
fethinden sonra, Avrupa'da stratejik ehemmiyete sahip toprakları, Roma'ya
giden deniz yolu üzerinde olan Mora'nın büyük bir kısmını ve
İtalya'ya
kuzeyden komşu Sırbistan
topraklarını ülkesine kattı. Avrupa'da Osmanlı Devleti'ne
karşı oluşturulmaya
çalışılan ittifakların mali külfeti genellikle Venedik tarafından karşılanmaktaydı.
Bu sebeple Fatih Sultan Mehmed, Venedik'e milli kayıplar verdirip, barışa zorlamak suretiyle Avrupa'dan
gelen bu tehlikeyi önlemesini ve zaman zaman geciktirmesini bildi. Daha önce Yıldırım Bayezid'in
vakitsiz denemeye kalktığı
ve Osmanlı Devleti'nin
az kalsın dağılmasına sebep
olan Anadolu birliğini
sağlama düşüncesi, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da yürüttüğü operasyonların ve
izlediği politikaların
sağlığı açısından çok
önemli idi. Fatih Sultan Mehmed, bu düşünceyi hayata geçirmek için İstanbul'un fethini
beklemiş
ve bu zaferin manevi havasının
avantajını da kullanarak, Anadolu'ya yönelmiş ve
Avrupalı güçlerin
potansiyel müttefiki durumunda olan Trabzon-Rum İmparatorluğu'nun (1461) ve Karamanoğulları'nın (1474)
mevcudiyetine son vererek
Anadoluda Türk birliğini sağlamıştır.
Fatih
sonrası dönemde,
II.Bayezid'in barışçı
kişiliğine rağmen
Osmanlı Devleti, Avrupa diplomasisinin kurnaz manevraları
içine çekilmiştir. Bu
dönemin en büyük özelliği
de, Osmanlı
Devleti, Avrupadaki hanedanlara kimin geçip geçemeyeceği
hususunda hesaba katılması
gereken ve söz sahibi bir güç konumuna yükselmesidir. Yavuz Sultan
Selim, Ortadoğu'daki İslam
topraklarının büyük
ve önemli bir kısmını
Osmanlı Devleti sınırlarına katmaya muvaffak olduktan ve
böylece hakimiyetini, İran ve
Avrupa'nın bütün
gayretlerine rağmen,
sağladıktan sonra,
halefi Kanuni
Sultan Süleyman, 1521'de Belgrad'ı
fethettikten sonra bütün gücü ile Macaristan'a yüklenmiş ve
burada Osmanlı fütuhatı aralıksız
devam etmiştir.
1526 yılında
Mohaç Meydan Savaşı'ndan
sonra, Büyük Macar İmparatorluğu
tarih sahnesinden silinmiş ve Hıristiyanların
siyasi temsilcisi Roma İmparatoru ile İslam'ın Halifesi
karşı karşıya gelmişlerdir.
Bu önemli tarihi hadiseden sonra Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında uzun
yıllar Macaristan
topraklarında devam
edecek olan mücadeleler başlamış
oluyordu.
Yavuz
Sultan Selim, Safevi tehlikesini bertaraf etmeden önce, İran'a Avrupa'dan
gelebilecek olan her hangi bir yardımı önlemek için daha tahta çıkar çıkmaz cülusunu
tebrik için gelen Venedik elçisini son derece iyi karşılamış
ve antlaşmalar imzalamıştır.
Kanuni
döneminde, Osmanlı
Devleti'nin diplomatik trafiğinin doğal olarak Avusturya ile daha yoğun olduğunu görüyoruz; bu dönemde Avusturya, Osmanlı Devleti'ne
otuz dört elçi
göndermişti. Ancak,
Akdeniz'de üstünlüğü
Osmanlıya
kaptıran Venedik, sürekli dış temsilcilik imtiyazına sahipti. Bu dönem Osmanlı diplomasisinin
ihtişamını göstermek açısından da
çok önemlidir. Siyasi ve diplomatik ihtişamın zirvesinde olmanın bir
gereği olarak
İstanbul, diplomatik trafiğin en
yoğun olduğu bir
dünya şehri haline
gelmiştir. Kanuni dönemindeki en
önemli olaylardan birisi de Fransızlara tanınan imtiyazlardır. Tarihte kapitülasyonlar olarak tanımlanan ve
Lozan Barış Anlaşması ile
kurtulduğumuz bu
ticari ve
diplomatik imtiyazlar, zamanında
hangi gaye ile verilmiş
olsa bile daha sonra devletin başına büyük felaketler açacaktır.
Kanuni'den
sonra Osmanlı diplomasi
tarihi için bir dönüm noktası
teşkil eden ve dünya siyaset sahnesindeki
güç grafiğini yavaş yavaş
Osmanlı Devleti'nin aleyhine çeviren ilk antlaşma 1606
yılındaki Zitvatorok
Barış Antlaşması'dır. Fakat
bu arada, 1580 yılında
Fransızlara tanınan imtiyazların İngilizlere de tanınması unutulmamalıdır. Osmanlı Devleti'nin İngiltere ile
böyle bir antlaşma yapmasının gayesi
açıktı;
İspanya ve
Portekiz'e karşı
İngiltere'yi potansiyel bir müttefik olarak görmesi ve İran ile yapılan
savaşlar sebebiyle silah ihtiyacının bir başka büyük devlet, yani İngiltere tarafından karşılanması gerekiyordu. Uzun yıllar sürüp giden
savaşlar esnasında, Erdel
Prensi, Eflak ve Boğdan
Voyvodoları Osmanlıya karşı Avusturya ile anlaşırken, Osmanlı Devleti'nin
bu zor durumunu fırsat
bilen ve Osmanlı
Devleti'nin Batı
politikasını devamlı bir şekilde olumsuz yönde etkileyen İran, Osmanlı Devleti'ne
savaş ilan
etti (1603). Daha önce beş
yıllık bir süre için Osmanlı Devleti ile barış imzalayan
İran, barışı tek
taraflı olarak
bozdu ve Osmanlı
Devleti'ni iki ateş
arasında bırakmak istedi; ancak, Kırım orduları,
Eflak ve Boğdan’ı baştan başa işgal
edip, Erdel Prensi'ni de baskı altına aldılar. Bu yeni durum karşısında Avusturya,
Osmanlı Devleti
ile Zitvatorog Antlaşması'nı
imzaladı. Bu antlaşma
ile, Osmanlı
Devleti ile Avrupalı
devletler arasında
ilişkiler açısından yeni bir döneme girilmiş oldu.
Daha önce Avrupalı devletlerle
yapılan barış
antlaşmaları, muzaffer Osmanlı sultanı tarafından verilmiş bir lütuf olarak görülüyordu.
Ancak imzalanan Zitvatorok anlaşması ile Avusturya birtakım imtiyazlar elde
etmiş, Macaristan Osmanlı Hakimiyetinden kurtulmuş ve bu anlaşma Osmanlı
İmparatorluğunun çözülüşüne bir işaret olmuştur.
c.
Zitvatorok'dan Karlofça'ya (1606-1699) Kadar Olan Dönem
1683 II. Viyana Kuşatması'nın
başarısızlıkla sonuçlanması, Osmanlı tarihinin önemli bir dönüm noktasını
teşkil etmektedir. Bu başarısızlıktan sonra takip eden yıllarda da sayısız
yenilgiler alınmış Doğu Avrupa'da önemli ölçüde kayıplar verilmiştir. Aslında,
Viyana önlerindeki bozgun, duraklama devrinin ilk önemli işaretlerinden
biriydi, 1699 Karlofça Barışı ile Osmanlı Devleti'nin Doğu Avrupa'da savunmaya
dayalı bir politikaya geçtiği görülmektedir. Karlofça Barışı aynı zamanda
Osmanlı kuvvetlerinin yavaş yavaş Doğu Avrupa'dan ve Balkanlardan çekilmeye
başladığının işaretidir. Bu barış, Osmanlı Devleti'nin tarihinde ilk defa
Avrupalı devletlerin tavassutunu kabul etmesi açısından da büyük önem
kazanmaktadır. Bu barış antlaşmasının önemli diğer bir yönü ise, Osmanlı
Devleti daha önce protokolde "Moskov
Prensi” diye tabir ettiği
Rus Çarı'nın "İmparatorluk" unvanını kabul etmesidir.
d. Karlofçadan Küçük Kaynarca'ya
(1699-1774) Kadar Olan Dönem
Bu
dönemde Osmanlı Devleti'nin
Karlofça'nın intikamını alma
gayretleri görülmektedir. Prut Seferi ile Azak tekrar
geri alındı. Mora'ya
yapılan sefer
sonucu Venedik-Avusturya ittifakı
ile Osmanlı
Devleti arasında
meydana gelen savaş
sonucu imzalanan Pasarofça
Barış Antlaşması ile
Osmanlı Devleti
Belgrad, Semendre,
Preveze, Dalmaçya Kaleleri ve Eflftk ile Sırbistan'ın bir kısmını kaybetti. Bu barış da,
Avusturya'nın en kazançlı antlaşmalarından biri
oldu 1736
yılında başlayan ve
Avusturya-Rusya ittifakı
neticesinde iki
ayrı cephede savaşmak
zorunda kalan Osmanlı
orduları,
22 yıl sonra
1739 yılında Belgrad'ı tekrar
fethetmiş ve
yapılan Belgrad
Barış Antlaşması ile
tekrar Avrupa kapılarına
dayanan bir konuma gelmiştir. Fakat diplomatik manada, Osmanlı Devleti
bu barışı da,
yabancı bir
devletin tavassutu ve
garantörlüğü altında imzalamıştır. Osmanlı ordularının Avusturya'ya karşı cephelerde
üstün başarı göstermesine
ve Rusya'ya karşı
aynı başarıyı göstermesine rağmen bu barış görüşmelerinde Fransız diplomasisi
kendi menfaatleri için Osmanlı
lehine gayret sarf etmiş
ve başarıya
ulaşmıştır.
I.
Mahmud'un
25 yıl süren
saltanat dönemi, Osmanlı
diplomatlığının en parlak devirlerinden biridir ve özellikle 1739
Belgrad Barışı, Babıali'nin
imzaladığı en şanlı
barıştır. Her ne kadar 1739 barışı Osmanlı Devleti'nde toparlanmanın alameti
sayılsa da,
bu yüzyılda siyasi
dengelerin değişmesi daha da belirginleşmiştir; Osmanlı Devleti'nin
komşuları Avusturya,
Rusya ve Prusya günden güne güç kazanarak ve aralarında sıkışıp kalan Lehistan’ı paylaşmak
arzusundadırlar. Leh ileri gelenleri, Rusya'nın Lehistan' a müdahaleleri karşısında Osmanlı Devleti'nden
yardım istemişler ve
bu yardıma mukabil
Podolya'yı vadetmişlerdir.
Savaş taraftarı olan
Osmanlı hükümeti 1770 yılında Rusya'ya harp ilan etti. Dört yıl süren
bu savaş sırasında Osmanlı Devleti
büyük kayıplara uğradı ve
Rus orduları bütün
Kırım'ı işgal ettiler
(1773). 1774
yılında imzalanan Küçük Kaynarca anlaşması ile çok büyük tavizler verildi.
e. Küçük Kaynarcadan Paris Antlaşması'na (1774-1856) Kadar Olan Dönem
Osmanlı Devleti, artık yaşayabilmek için Avrupa'da müttefikler aramak zorunda
idi. 1789 Fransız ihtilalinden sonra yalnızlığa terk edilen Fransa, 1797
yılında muzaffer olduğu İtalyan seferine kadar Osmanlı Devleti ile iyi
geçinmeye gayret sarf etti. Fakat, Fransa'nın Mısır'ı alma niyeti anlaşılınca,
Rusya kendi emellerini askıya alarak Osmanlı Devleti'ne yardım teklif etti. Bu
gelişen olaylar esnasında Osmanlı Devleti 1798'de Rusya ve 1799 yılında da
İngiltere ile ittifak antlaşması imzaladı. Daha sonra ise bu ittifaklar tekrar
yenilenmiştir. Büyük devletlerin aralarındaki rekabet, bu devletlerin Osmanlı
Devleti ile bir müddet mücadelelerini engelledi. Hünkar İskelesi
Antlaşması(1833), Osmanlı Devleti'ni resmen Rus himayesi altına sokmuştu.
İstanbul' un, özellikle Boğazların Rus kontrolüne geçmesi diğer Avrupa
devletlerini endişelendirmekteydi. Bu yüzden Osmanlı Devleti müşterek himaye
sayesinde rahat nefes alabildi. Osmanlı Devleti ise, yenileşme sürecine girmiş
bulunmaktaydı. 1848 yılında Fransa'da ihtilal başlayınca, milliyet fikirleri
revaç bulan ülkelerde bazı hareketlilikler görüldü ve Avusturya hegomonyasında
olan Macarlar ayaklandılar; Avusturya ise Rusya'dan yardım istedi. Ezici Rus
birlikleri karşısında hezimete uğrayan Macarlar, Osmanlı Devleti'ne sığındı.
Rusya bu mültecilerin iadesini istedi, fakat Osmanlı Devleti bunu reddetti. Bu
insancıl tavır, Avrupa'da büyük yankı uyandırdı ve Fransa ve İngiltere bu
konuda Babıali'ye açık destek verdiler. Rusya, Osmanlı Devleti'nin İngiltere
ile kendi arasında paylaşılmasını düşünürken, İngiltere menfaatleri gereği "Hasta Adamı" tedavi etmek
gerektiğine inanıyordu. 1853 yılında Rus orduları Eflak ve Boğdan'a yürüyerek
Osmanlı Devleti'ni tahrik etti. Ancak bu hareket, bölgede emelleri olan Avusturya
ve Prusya'yı kaygılandırdı. 1853'de yapılan Viyana Konferansı neticesiz kaldı.
Osmanlı Devleti ile harbe tutuşan Rusya, Osmanlı donanmasını Sinop'ta batırdı; bunun
üzerine Fransa ve İngiltere
1854 yılında
Rusya'ya harp ilan ettiler. Kırım'da da cephe açan müttefiklere, Çar Nikola'nın ölümünden
sonra yerine geçen II. Aleksandr barışı kabul etti. Viyana'da ön görüşmeler tamamlandı
ve devletlerarası hukukun
harbe dair bazı önemli
kuralları yazılı kanun
haline getirildi. Osmanlı
Devleti tarihinde ilk defa Kırım Savaşı esnasında yabancı ülkelerden borç almaya başladı (1854
ve 1855).25 Şubat
1856 yılında
açılan Paris Kongresi ile Osmanlı Devleti ilk kez Avrupalı devletlerle
bir arada böyle bir toplantıya
katılıyordu. Osmanlı Devleti böylece Avrupa hukuk sistemine dahil oluyor; Osmanlı Devleti'ne
müdahale konusunda tek yetkili makam
Concert European oluyordu. Avrupalı devletlerin
Osmanlı Devleti
hakkındaki böyle müşterek politikalarının sebebi,
İstanbul ve
Boğazların öneminden ve bu konudaki
menfaatlerinden kaynaklanmaktaydı; aslında Osmanlı Devleti hakkındaki niyetlerinde
değişiklik olmamıştı.
Osmanlı diplomasisi
açısından dönüm
noktaları teşkil eden
hususlar incelendiğinde,
bir zamanların süper
gücü Osmanlı Devleti'nin
tedrici olarak nasıl
dünya siyaset ve diplomasi sahnesinden çekildiğini açıkça görmekteyiz.
Uzun yıllar dünya
siyaset sahnesinde süper güç olarak yabancı devletleri eşit hakları haiz muhatap kabul etmeyen bir anlayışla hareket eden Osmanlı
Devleti, bu pozisyonunu tedrici olarak kaybetmiş ve XX. Yüzyılın
ilk yarısında Avrupalı devletlerle
eşit hakları haiz muhatap olma mücadelesi vermek
durumuna düşmüştür.
4.
Osmanlı Diplomasisinde
"El-Kadimu Yüzaru" Kaidesi
a.
Diplomatik Arkaplan
1699 Karlofça Barış Antlaşmasına kadar
Avrupalı devletlere karşı politik ve diplomatik üstünlüğünü muhafaza eden
Osmanlı Devleti, 1793 yılında daimi elçiliklerin tesisine
kadar yabancı devletler nezdinde elçi bulundurmuyor ve bu ülkelere sadece siyası, diplomatik ve daha başka sebeplerle muvakkat elçi gönderiyordu. Gönderilen elçiler, kendilerine tevdi edilen görevlerini ikmal ettikten sonra, hemen Asitane-i Sa'adete
geri dönüyorlardı; yani görev süreleri, görevlerinin
ikmal edilmesi ile sona eriyordu. 1699
Karlofça Barış Anlaşmasına kadar dış politikada bu anlayışla tek taraflı bir siyaset izleyen Osmanlı Devleti, bu
antlaşma ile tarihinde İlk defa yabancı bir
devletin tavassutunu kabul ediyordu. Bu,1606 Zitvatorog
Antlaşmasından sonra Osmanlı Devleti'nin dış politikada
ikinci büyük prestij kaybı idi. Takip eden yıllarda, Osmanlı
dış politikası önemli ölçüde değişmiş ve taaruza dayalı savaş
politikası yerini önemli ölçüde savunmaya dayalı savaş
politikasına bırakmıştır. Bundan sonra, dış politikada daima dengeler göz önünde tutulmaya gayret edilmiş ve rakip devletlerin tarafsızlığını sağlayabilmek için, yapılan askeri
faaliyetler esnasında bu devletlere elçiler
gönderilmiş ve bunların tarafsızlığı sağlanmaya
çalışılmıştır. Osmanlı Devleti'nin yabancı devletlerle, özellikle de Avrupalı güçlerle olan münasebetlerini, Osmanlı Devleti'nin daha üstün müzakere pozisyonunda olduğu 1606 Zitvatorok antlaşmasına
kadar olan dönem; Zitvatorog'dan 1699 Karlofça Barışı'na kadar olan ve eşit hakları haiz muhatap kabul etmeme ilkesinin anlamını yitirdiği devre ve
Karlofça ile başlayan duraklama devrinin söz konusu olduğu devre olarak üç
bölümde özetlemek mümkündür.
b. El-Kadimu Yüzaru"
Kaidesi
Osmanlı
diplomasisinin önemli bir ayağını oluşturan ve yabancı elçiliklere titizlikle
uygulanan protokol kurallarına El-kadimu Yüzaru denilmekteydi.
Sefaretnamelerde,
sınır tahdit
raporlarında ve
diğer diplomatik
eserlerde sık sık rastladığımız bu
kaide hakkında değerlendirmelerde
bulunmadan önce, bir hususun açıklanmasında
fayda görüyoruz;
bu da Sefaretnameler ile sınır
tahdit raporlarının farklı karakterlerde
olmalarıdır, zira
sefaretnamelerde söz konusu olan, bir Osmanlı elçisinin yabancı
bir hükümdara gönderilmesi ve bu misyonun doğrudan doğruya diplomatik bir karakter taşımasıdır. Gönderilen
elçi aynı zamanda,
Osmanlı padişahını yabancı
bir devlet başkanı
nezdinde doğrudan temsil
eden bir devlet adamıdır
ve bu husus, elçinin yabancı hükümdara teslim etmekle yükümlü olduğu gerek
name-i hümayunda ve gerekse
mübadele olunan antlaşmanın
tasdiknamesinde yazılı olarak belirtilmiştir.
Sınır tahdit
raporlarında ise,
bu memuriyete tayin olunan heyetin böyle bir vazifesi yoktur ve müzakereler,
söz konusu olan iki devletin tayin ettiği sınır tahdit komisyonları arasında
yürütülmüştür. Sultanın
yabancı bir devlet başkanı nezdinde doğrudan temsili
söz konusu değildir.
Kendilerine yabancı
devlet adamlarına
teslim edilmek üzere herhangi bir resmi mektup veya tasdikname verilmemiştir; yalnız, memuriyetleri
açısından
bağlayıcı olan,
akdedilen barış antlaşması hükümleridir
ve bu hükümlere mutabık
görevlerini icra etmekle yükümlüdürler. Diğer önemli
bir husus ise, sınır
tahdit çalışmalarına
daha yüksek rütbeli bir devlet adamının nezaret etmesidir. Bu anlatılan
farklılıklardan dolayı
Osmanlı elçilerinin diplomatik kaidelerin yerine getirilmesi
konusundaki ısrar
ve kendine güvenirlikleri, padişahın doğrudan temsilcileri olmaları sebebiyle
daha belirgindir; bu kaidelerin uygulanmasında sınır tahdidine memur olan
muhaddidlerin sebatı
ve görevlerinin kendilerine sağladığı güven duygusu o kadar büyük değildir. Ancak
bu, söz konusu kaidelerin uygulanmasında
muhaddidlerin esnek davrandıkları ve sebat etmedikleri anlamına gelmez.
Herhangi diplomatik bir görevin yerine getirilmesinde ehemmiyet arz eden ve en başta gelen
husus eşit şartlarda
müzakeredir. Bu husus,
elçilerin gönderildikleri ülkeye giderken gerek yollarda ve gerekse o ülkede,
hükümdar hariç diğer
devlet adamları
ile Osmanlı
elçileri arasındaki
bir kaide olarak görünmektedir. Eğer yabancı bir devlet adamı Osmanlı elçisinin
istikbaline tayin olunmuş
ise, ziyaret, iade-i
ziyaret ve müzakerelerde fazla problem ortaya çıkmamıştır.
Elçilerin sınırlarda mübadeleleri
esnasında eşit şartlarda görüşme esasını daha
önceden sağlamak için,
sınırda belirli
aralıklarda olan
üç adet taş veya
ağaçlardan bir
nişan dikilir
ve ilk görüşme bu
taşlardan ortada
bulunanın yanında
yapılırdı.
Mübadele olunacak elçiler at üzerinde ortadaki taşın yanına gelirler ve her biri diğerinin attan
önce inmesini beklerdi, zira attan ilk inen diğerinin ayağına gitmiş olur, dolayısıyla mağlup
sayılır ve
diplomatik olarak fena puan almış
kabul edilirdi. Bazı durumlarda
mübadelenin yapılacağı
yerin teklifi ve tespiti hususunda da muhatapların diplomatik
manevra ve puan kazanma gayretinde oldukları görülmektedir. Elçiler mübadele
olunduktan sonra, yabancısı
sayıldıkları ülke topraklarına girer ve belirlenen güzergah
üzerinden yollarına devam
ederlerdi. Her ne kadar kendilerinin emniyeti için asker, mihmandar ve tercüman
tayin olunmuş olsa
bile, davranışlarında son
derece bağımsız idiler.
Maiyetlerine verilen tercümanların
nasıl davranmaları gerektiğini
belirledikleri gibi, askerlerin bile nasıl selama
durmaları gerektiğini
kendi anlayışları
doğrultusunda düzenlemişler ve aksi davranışların zuhuru halinde
derhal müdahale ederek gerekli tavırlarını sergilemişlerdir. Bu
husus ile alakalı Sefaretnamelerde
ve diğer
diplomasi ile alakalı
eserlerde, mesela sınır tahdit raporlarında göze
çarpan husus, Osmanlı
elçilerinin emniyetlerini temin için yabancı devlet
tarafından refakatlerine verilen askerlerin kılıçlarını çekerek
selama durmalarından
son derece rahatsız
olmaları ve buna derhal müdahale etmeleridir.
Osmanlı diplomatlarının, devlet
tecrübesi çok olan ve devletin onurunu en iyi derecede temsil edebilecek yüksek
memurlardan seçildiğini
görmekteyiz, Yabancı
bir devletle, bu Hıristiyan
olsun veya müslüman olsun, yapılan siyasi ve diplomatik temaslarda
görev alan yüksek dereceli memurların,
bir diplomat olarak diplomatik protokolünü iyi bilmesi
gerekmektedir. Diplomasi ile alakalı
eserler incelendiğinde,
Osmanlı Devleti'nin muhatabı olan devlet diplomatları da,
her fırsatta diplomat muhatabını
taciz etmeyi ve onun şahsında devletinin gururu ve onuru ile oynamayı denemek
istemişlerdir, fakat
hemen hemen her defasında
da, Osmanlı
diplomatlarının tavizsiz tavırları karşısında niyetlerine nail olamamışlardır. Daha
önce de ifade edildiği
gibi, Osmanlı
elçilerinin yabancı
ülke topraklarında
seyahatleri esnasında, yol güzergahlarında bulunan
yörelerde konaklamaları ve
ağırlanmaları için
murahhaslar tayin edilmekteydi; tabii ki bu, söz konusu yabancı devletin idari yapısı açısından mühim merkezlerde uygulanmakta
idi. Osmanlı elçilerine
herhangi bir yabancı
devlet adamı
murahhas tayin edilmediği
sefaretlerde ise, Osmanlı elçisinin İstikbali hususunda
uzun münakaşalar meydana
gelmiş ve protokol gereği karşılanmayan Osmanlı elçileri
ve devlet adamları, kendilerini
davet eden yabancı devlet
adamlarının davetlerini "el-kadimu yüzaru” mefhumunca
reddetmişler ve bunda sebat ederek, bu
kaidenin uygulanmasında taviz
vermemişlerdir. Bunun
haricinde, yabancı
devlet adamlarının
Osmanlı elçisini veya devlet adamını ayağına getirmek için bazı hilelere
de başvurdukları vakidir.
Bu durum sadece Sefaretnamelerde değil, aynı zamanda sınır tahdit
raporlarında da
söz konusudur. Sınırlarda
yapılan mübadelelerde dikkat edilen husus ile konumuz olan diplomatik
kaidenin ana fikri birdir: İlk hareketi
veya ziyareti yapmamak ve muhatabı
ayağa getirmek, böylece de devletlerin yabancı devlet
adamları nezdinde
temsili esnasında onurunu
muhafaza etmektir. Gerek Osmanlı
elçilerinin sefaretnamelerinde ve gerekse sınır tahdit
raporlarında tartışmalara sebep
olan bu diplomatik kaide, eşit
şartlarda müzakereyi gaye
edinmiş
ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin şan ve
şerefini tekmil için devamlı
başvurulan bir
düstur olmuştur.
5.
Sefaret Görevi
Yabancı ülkede yapılan merasimleri
üç ana başlık altında özetlemek mümkündür: Birincisi; sefaret heyeti,
gönderildikleri ülkenin payitahtına girişte yapılan merasim, ikincisi; sefaret
heyeti için payitahtta hazırlanan konaklara yerleştikten sonra, o ülkenin
hükümdarı nezdinde elçinin getirdiği hediyelerin ve namelerin teslimi için
yapılacak olan resm-i kabul töreni, üçüncüsü de; sefaret heyetinin Asitane-i Saadete
dönme yolculuğunu başlamadan önce, Sultana götürmesi gereken hediye ve cevabı
mektupları teslim aldığı son resm-i kabül.
a.
Payitahta Giriş Töreni
Osmanlı Devleti, sefaret
heyetlerinin ihtişamına çok önem vermekteydi, hatta devletin mali yönden pek
iyi durumda olmadığı zamanlarda bile bunu ihmal etmiyordu. Bu yüzden,
gönderildikleri ülkenin payitahtlarına girişi büyük debdebe ve tantana ile
yapıyorlar ve devletin ihtişamını göstermek için hiçbir hususu ihmal
etmiyorlardı. Yabancı devlet adamlarının şehre giriş için teklif ettikleri
protokolü kabul etmiyorlar ve sefaret alayını kendi istedikleri şekilde tertib
ediyorlardı. Hemen hemen bütün sefaretnamelerde, şehre nasıl girildiği, sefaret
alayının nasıl tertib edildiği hakkında geniş malumat bulunmaktadır. Bu tarif
ve tasvirler incelendiğinde, elçilerin şehre girmeden önce konakladıkları son
konaklama yeri olan şehirde, kendilerine kral tarafından başvekil veya yüksek
rütbeli bir asker gelerek, elçiye kralın selamını tebliğ ettikten sonra onu
payitahta davet ederdi. Payitahta girer iken, alayın tertip edilmesi hususunda
Osmanlı elçilerinin hassasiyetini bilen ülkeler, alayı istedikleri gibi
düzenleyebileceklerini de ifade ederlerdi. Çoğu zaman kral kendi arabasını
elçinin binmesi için gönderdiği vaki olduğu gibi, bazen da, elçiyi payitahta
davete gelen devlet adamları onların neye ihtiyaçları olduğunu sorar ve
genellikle ata ihtiyaçları olduğundan, bu arzuları kralın özel ahırından temin
edilirdi. Bu merasimin, sefaret heyetinin padişahın huzurunda yapılan merasim
gibi ihtişamlı olmasına özenle dikkat edilirdi. Bazı sefaretnamelerden,
merasimle payitahta giren sefaret heyetinde bulunan asker ve pehlivanların
türlü gösteriler sergilediklerini, alayın zengin bayraklarla süslendiğini,
mehter eşliğinde askerlerin tekbir getirdiklerini ve silahlı olduklarını,
ayrıca bazı görevlilerin de seyircilere içecek şeyler dağıttıklarını
öğrenmekteyiz. Bu merasimler yabancı ülke insanlarının son derece ilgisini
çektiğini yine sefaretnamelerden öğrenmekteyiz.
b.
Resm-i Kabul
Mürettep alay ile şehre giren
sefaret heyeti konaklarına yerleştikten sonra, bir kaç gün dinlenmeleri için
beklenirdi. Osmanlı Devleti'nin söz konusu ülke ile ilişkilerinin iyi olmadığı
anlarda, daha doğrusu, muhatap ülkenin dış politikadaki pozisyonu Osmanlı
Devleti'nden daha iyi bir konumda olduğunda, elçilerin gerek şehre giriş
protokollerinde ve gerekse resm-i kabullerinde büyük zorluklar çıkarılır ve bu
dinlenme günleri daha da uzayabilirdi. Bir kaç gün geçtikten sonra elçiyi
konağında ziyarete gelen genellikle başvekilin memur ettiği bir devlet adamı,
elçilerin makamlarını tebrik eder
ve resm-i kabulün ne zaman olacağını tebliğ ederdi. Aynı zamanda, resmi kabulün
ne şekil olacağını ve bunu kendilerine yazılı olarak vermesini rica ederdi.
c. Veda Ziyareti
Osmanlı elçilerine
ilk resm-i kabulden sonra veda ziyaretine kadar bulundukları ülkenin, özellikle şehrin görmeye
değer yerlerini,
opera, rasathane ve mesire yerlerini gezdirip gösterdiklerini sefaretnamelerden
öğrenmekteyiz. 1792
yılına
kadar yabancı ülkelere
giden elçiler
muvakkat olarak gönderildiklerinden
dolayı, belirli
bir müddet sonra İstanbul'a
tekrar dönmüşlerdir. Sefaret
vazifesinin en son bölümü olan veda
ziyareti aynı zamanda
o ülkenin hükümdarından geri dönüş için
izin isteme ve kendisine verilecek hediye ve namelerin resmen teslim olunduğu ve
alındığı merasimdir.
Elçilerin sefaret vazifelerini
ikmal etmeleri sonucu ülkelerine sağ salim geri dönmeleri hususunda gerekli hassasiyet
elçilerin yabancı hükümdara
teslim ettikleri namede özellikle belirtilmiştir. Bunların dışında veda ziyaretleri,
devletlerin
karşılıklı olarak barışın muhafazası ve istihkamı her türlü şeyin yapılacağına dair
sözlü ifadelerin yapıldığı ziyaretlerdir. Zaten elçinin, bulunduğu ülkede ağırlanışı ve
kendisine gösterilen itibar, muhatap devletler arasındaki dostluk
ve barışın devamına olan
isteğin göstergesi
olarak kabul edilmiştir.
Elçiler veda ziyaretinde, kral nezdinde yaptığı bir konuşma ile
geri dönüş arzusunu
belirtir ve bundan sonra kendisine ne zaman yola çıkacakları hususunda bilgi verilerek, gerekli
hazırlıklar başlatılır. Sefaret
heyetine Osmanlı sınırına kadar
refakat etmek üzere tahsis olunan görevlilere dönüş güzergahı
bildirilir ve elçilerin Osmanlı
sınırında teslimi ile muhatap ülkeye düşen vazife
son bulmuş olur.
Sefaret heyetinin görevi ise, İstanbul’a
döndükten sonra, sadrazama sefaret hakkında verilen ve gerekirse sultanın huzurunda
tekrarlanan rapordan
sonra son bulmaktadır.
6.
Osmanlı Devleti’ne Gelen Yabancı Elçiler
a.
Yabancı Elçilerin İstikali ve İstanbul'a Giriş Merasimleri
Yabancı elçiler, Osmanlı hududuna
girer girmez Devlet-i Aliyye'nin misafiri kabul edilir ve Osmanlı topraklarında
ikametleri esnasındaki maişetleri karşılanırdı. İstanbul'a gelen elçilere daha
önce mihmandar tayin edilir ve bu mihmandar nezaretinde Osmanlı topraklarında
seyahat ederlerdi. Bazı yabancı devlet elçilerinin, Osmanlı Devleti tarafından
giriş müsaadesi verilinceye kadar sınırda bekletildikleri bilinmektedir. Yabancı
elçilerin İstanbul'a girişleri ile ilgili değişmez kurallar vardı. Yabancı
elçilerin istikbali için genellikle çavuş tayin olunur ve bu çavuşların sayısı
bazen elliyi bulurdu, ayrıca elçilik heyetine refakat etmek için yeniçerilerden
müteşekkil 100 kadar asker tayin olunur, bu sayı bazen bini bulurdu; bunu
müteakip şehre bu müretteb alay ile girilirdi. Sınırlarda mübadele esnasında
meydana gelene anlaşmazlıklar ve diplomatik üstünlük manevraları, diplomatların
gönderildikleri ülkenin payitahtına girişlerde de meydana geliyordu. İstanbul'a
girişlerde durum biraz daha farklı idi; eğer İstanbul'a gelen yabancı ülke
diplomatları muhteşem bir merasimle karşılanıyor ve giriş esnasında bando
çalmak ve bayrak açmak gibi imtiyazları kullanabiliyorlar ise, bu o ülkelerin
diplomatlarının Devlet-i Aliyye nezdinde muteber tutulduklarının ve devletleri ile
ilişkilerin iyi olduğuna delalet etmekte idi. Bu durum aynı zamanda, diğer
ülkeler nezdinde gururlanma vesilesi idi. Deniz yolu ile gelen elçiler
Çanakkale'de karşılanır ve bunlar için yapılması planlanan İstanbul'a giriş
merasimleri, deniz yolculuğunun belirsizliği sebebiyle planlanan günde
yapılamamaktaydı. Osmanlı elçilerinin gönderildikleri ülkenin payitahtına
girişlerinde ihtişama büyük özen göstermekteydiler. Gerek o ülkenin insanlarını
ve gerekse devlet adamlarını tesir altında bırakmaya çalışmışlardır. Özellikle
Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların, devlet adamlarının, dünyanın bir
numaralı siyası gücünü temsilen ülkelerine gelen Qsmanlı elçilik heyetini,
onların nasıl göründüklerini ve nasıl yiyip içtiklerini yakından görmek için
gösterdikleri çabalar hakkında sefaretnamelerde zengin örneklere rastlamaktayız.
Yabancı elçilerin İstanbul'a girişlerinde, bando çalmaya ve bayrak açmaya kesinlikle
müsaade edilmemekteydi. İstanbul' a
kalabalık bir
şekilde gelen
yabancı devlet
elçileri için de tahdit getirici uygulamalar görülmektedir; Rodos'un fethini
tebrik için 500 kişilik
bir heyetle İstanbul'a
gelen İran
elçilik heyetine, bir yabancı
devlet elçilik heyetinin böyle kalabalık bir şekilde İstanbul'da boy
göstermesinin münasip olmayacağı
düşüncesi ile
müsaade edilmemiştir. Yabancı elçiler
İstanbul'a girişte,
atlarının ve bandolarının
zengin süslenmesiyle de ilgi çekmek ve bir azamet gösterisi yapmaya gayret sarf
ederIerdi. Şehre
girişin ihtişamını simgelemek üzere beraberlerinde soyluları ve
tüccarları –
özellikle Fransızlar- bulundurmayı ihmal
etmezlerdi. Osmanlı
elçilerinin gönderildikleri ülkenin payitahtına girmeden hemen hemen aynı şekilde davrandıkları bilinmektedir;
ancak, şehre giriş protokolünde
Osmanlı elçilerinin
daha dominant davrandıklarını
ve bu protokolü büyük ölçüde belirlediklerini görmekteyiz. Şehre giriş merasimlerinde
bu hususların özenle
uygulanmasından, diplomatik
tesirin amaçlandığını
gormekteyiz.
b. Resm-i Kabul Merasimi
aa. Sadrazam Tarafından
Kabul
Yabancı elçilerin
alay ile konaklarına yerleşmesinden
genellikle üç gün sonra, mutad olduğu şekilde sadrazamı Paşakapısı'nda ziyaretle
diplomatik faaliyetlerini başlatmış
oluyordu. Kabulden bir gün önce dergah-ı ali kapıcıbaşılarından biri veya çavuş elçiyi
davet etme vazifesine memur edilirdi. Kabulün yapılacağı gün elçiyi konağından almak
için çavuşbaşı
veya kapıcıbaşı gönderilir
ve çavuşbaşı acelelerinin
oImadığını ifade
ederek geç gelirdi. Paşakapısına,
çavuşlar, yeniçeriler asesbaşı ve sübaşı eşliğinde gidilirdi. Görüşmenin yapıldığı
odada, bazı yetkilileri
hazır vaziyette
bulur ve saray tercümanı
da merdivende kendilerini beklerdi. Sadrazam, görüşme odasına
bazen elçi ile aynı zamanda
bazen de oturduktan sonra girerdi. Sadrazamın kabul ettiği elçinin
ülkesi ile ilişkiler
iyi değil ise,
sadrazam elçiyi oturarak kabul eder ve bir müddet ayakta bekletirdi. Osmanlı elçilerinin
raporlarında ise,
Osmanlı elçilerinin
sefaret ile gittikleri ülkenin sadrazam mesabesinde olan başvekilleri
arz odasında elçiyi
ayakta bekler buldukları
anlaşılmaktadır. Avrupalı elçiler arz odasında yabancılar için
pek alışık olmadıkları ve
rahat olmayan bir tabureye oturtulur ve taburenin koyulduğu yerin
sadrazamın oturduğu yerden
daha aşağıda olmasına dikkat
edilirdi; bu da diplomatik manada, yabancı elçinin işinin zor
olduğuna ve
onu tahkir manasına
geldiğine delalet etmekteydi. Fransız elçisi Villeneue’nin 1728 yılında sadrazam
ile yapmış olduğu bir
görüşmede sadrazamın
yanına oturması büyük bir
imtiyaz ve takdir olarak değerlendirilmişti.
Elçinin odaya girmesinden kısa bir müddet sonra sadrazam odaya gelir ve sesli bir şekilde selamlaşırlar, şerbet ve
tütsü ikramından sonra
yerlerine oturarak sohbete başlarlardı.
Konuşmalarda, elçinin
ülkesinin durumu, İstanbul'da
edindiği intibalar
ve rahat olup olmadığı
sorulurdu. Bu sohbet esnasında birlikte yemek yenirdi. Buna
mukabil Osmanlı
elçilerinin yabancı
hükümdar tarafından
kabul edildikleri arz odasında yemek yediklerine tesadüf edilmemiştir. Osmanlı
elçileri onuruna verilen yemek ziyafetleri genellikle, elçi ve maiyetinde olanların bulundukları konaklarda,
Osmanlı
ahçılarına yaptırmak suretiyle
icra ederlerdi.
Kabul sırasında verilen
ziyafette, yemeklerin seçimi onlara bırakılır ve elçilerin oruçlu olup olmadıklarına dikkat
edilirdi. Yabancı elçilerin
Ramazan'da sadrazamla görüşme
isteğinde bulunmamaları nazik bir dille ifade edilirdi,
zira sadrazamın ziyafet
verememe gibi bir durumda mahcup olacağı kanaati vardı.
Osmanlı Devletinin
yabancı devletler
karşısında müzakere
pozisyonunun çok güçlü ve karşılıklı
ilişkileri önemli ölçüde belirleyici olduğu dönemlerde,
İstanbul'a gelen
elçilerin sadrazam tarafından
kabulleri esnasında
büyük sorgulamadan geçtiklerine de şahit olunmuştur. Bunda, Osmanlı Devleti'nin
Avrupalı elçilere
birer casus ve rehine muamelesi yapmasının büyük rolü vardır.
Elçilerin sadrazam ile mutad görüşmelerinde
padişah ile görüşmeye
kabul edilmelerini rica etmeleri, sadrazam ile yapılan
görüşme, aslında padişah
tarafından kabul için bir vize mahiyeti taşıyordu. XVIII.
yüzyılın sonlarına kadar,
kabul sonrası elçinin
veda etmesi esnasında
sadrazamın ayağa kalkmaması
bir gelenek olarak kaldı.
Kabulün samimi ve dostane
geçmesinin ve hüsn-i kabul görmesinin bir nişanesi olarak, daha sonra elçiye bir
memur (çavuş) gönderilir
ve görüşmenin
son derece kabul gördüğü
tebliğ edilirdi. Ayrıca elçiye,
daha önce hiç bir yabancı
ülke elçisinin böyle bir kabule mazhar olmadığı iletilirdi.
bb. Padişah
Tarafından Kabul
Yabancı elçilerin
diplomatik misyonlarının
en ehemmiyetli noktası
padişah tarafından huzura kabul oluşturmaktadır. Bu kabul merasiminde kendilerine
teslim edilecek cevabi mektup ve hediyeler teslim ediliyordu. Huzura kabul
edilecek olanların sayısı, saati
ve görüşme konuları sadrazam
veya sedaret kaymakamı
tarafından önceden ayrıntılı bir şekilde açıklanır
ve tespit edilirdi; hatta padişahın huzurunda elçinin ifade edeceği cümleler,
sadrazam tarafından kendisine
talim ettirilirdi. Buna mukabil Osmanlı elçilerinin gönderildikleri
ülkenin hükümdarı huzurunda
yapacakları görüşmenin
protokolünü genellikle
kendileri tespit etmekteydiler; Elçiler, padişahın bulunduğu odanın önüne
kadar kapıcıbaşı refakatinde
gelir ve odanın önünde
dört çavuş beklerdi. İki çavuş, elçilerin
kollarından tutup
koltuğuna girer
ve padişahın huzuruna,
adeta ayakları yerden
kesilmiş bir
vaziyette getirirlerdi.
Her zaman olmasa da, bu şekilde
huzura getirilen elçiler,
çavuşların zor
kullanması ile
eğilerek alınları yere değdirilirdi. Orada
bulunan bir saray görevlisi, diz çöken elçilere padişahın kaftanının kolunu uzatır ve
elçinin öpmesini sağlardı.
Sultanın önünde yeteri kadar eğilmeyen Avusturyalı elçi
Şchwarzenhorn'u (1651),
bizzat sadrazam eğmiş
ve padişahın
kaftanının kolunu öptürmüştür. 1664 yılında İstanbul'a gelen Avusturyalı elçi
Czernin inat ederek eğilmemiş
ve çavuşlar
tarafından zorla tazime zorlanmıştır. Elçilerin padişahın huzuruna
bu şekilde getirilmesinin
sebebi, Osmanlı tarihinde
meydana gelen ve 1. Murad'ın
katline sebep
olan olay olduğu ifade
edilmektedir; Sırp
Miloş Kobilowiç, Sultan 1. Murad ile görüşmek ister ve huzura kabul edilir. Huzurda sultanın ayağını öpmek
için eğildiği esnasında hançerini çıkarır ve
sultanı katleder.
Bu sebeple, bu olaydan sonra,
ayak öptürme terk edilmiş
ve elçinin elleri tutulmuş bir halde sultanın elini
öpmesi kuralı getirilmiştir. Bu
kural ilk defa 1796 yılında
İstanbul'a gelen Fransız elçisi Aubert Dubayet'e uygulanmamıştır.