Translate

23 Ocak 2015 Cuma

ZABİT VE KUMANDAN İLE HASBİHAL, MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Zabit ve Kumandan İle Hasbihal” M.Kemal’in yazıp yayımladığı kitapların çap olarak en ufaklarından biridir. Fakat taşıdığı mana bakımından, şüphesiz ki çok büyük değerdedir.

Kitap bir göndermeye karşılık olarak hasbihal biçiminde kaleme alınmıştır. Kurmay Binbaşı Mehmet Nuri (Conker) Bey’in 1913 yılı kışında Birinci Tümen arkadaşlarına verdiği konferansların bir araya toplanmasından oluşmuş “Zabit ve Kumandan” isimli eserine Bulgaristan’daki Türk Askeri Ataşesi Kurmay Yarbay M.Kemal’in cevabı.

Kitap 1914 Mayısında Sofya’da yazılmasına rağmen, ancak 1918’de yayımlanabilmiştir.
Şimdi bu kitabın dikkate değer bazı bölümlerini gözden geçirelim:
....................................
“Meşrutiyet devresinin , Osmanlı ordusunu ilk teşhis ettiği Edirne manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım:
Senin ve benim, ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda beyaz birer band vardı.Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hükümler verilmişti. Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım:
Mesela; mavi kolordunun sağ kanadında hareket eden bir Tümen Komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu vaziyetin bildirilmesi rica edildi. Tümen Komutanı böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde susmuş ve pek ziyade sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci sorgunun cevabından vazgeçilerek, Kolordu Komutanından alınan emrin manası soruldu; yine cevap yok! Sebep?
Sebep, aldığı emrin manasını anlamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imza ettiği emirnamenin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep, çünkü görünüşe rağmen o Tümene ,o kumanda etmiyordu.
Sebep, edemezdi…
Ya böyle anlamadan verilen emri kabul eden Alay Komutanları?!.. Evet bu merakı gidermek için Tümen Komutanının yanından ayrılarak, ”Karştıran” istikametine yürüyen alaylara karıştım.
Bir Alay Komutanına , beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim.
“Şimdi”dedi.
Ceplerini karıştırdı. Ceketini iç cebinden iki buruşuk kağıt çıkardı.”İşte iki emirname”dedi.”Birini gece aldım, birini sabahleyin…Henüz ilk emrin icaplarını tamamen ifa edemediğimiz için ikinci emrin hükümlerini tatbike başlamadık…”
Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi birincisinin hükmünü geçersiz sayıyordu. Fakat Alay Komutanı hala:
“Evvela birinciyi ve sonra ikinciyi”diyordu.
Niçin?
Çünkü, Alay Komutanı numara sırası ile tatbikini düşündüğü emirlerin ne birincisi ve ne de ikincisini anlamıştı. Halbuki alayı gidiyordu. Fakat nereye ve niçin?! Bunu Alay Komutanının kendisi de bilmiyor, alayını takibeden hiç kimse de bilmiyordu?
Bu gidiş elbette felakete, hacalete doğru bir gidişti…”
.............................................
“Genç Teğmen sanatının asıl ruhunu, katıldığı bölüğün fertleri önünde, bölüğün babası olan Yüzbaşısından ve daha büyük amirleri tarafından, iş üzerinde bulunaraktan öğrenecektir. Önce komutan olacaktır; bir takıma!..Ve sonra komutan olamaya hazırlanacaktır; bir bölüğe…Ve işte böyle öğrenecektir ve sonra öğretecektir…”
..............................................
“Büyük ve küçük her birliğin içinde her subay ve her astsubay ve hatta her er, hareketinin suretine dair amirinden hiçbir emir ve hiçbir fikir almadığı haller karşısında kalır. İşte bu sebepledir ki, gerek komutanların ve gerekse erlerin bizzat düşüncelerini işleterek kendiliklerinden iş görebilecek meziyette yetiştirilmiş olduklarına kanaat edilmeden, bir askeri kıtanın ,bir ordunun güvenilir ve dayanılır bir kuvvet olarak tanınması gaflettir, dalalettir.
Bir kuvveti meydana getiren insanlar umumi hayatları, fikirleri, hareket serbestlikleri ezilmemiş, gürbüz, neşeli erlerden ve subaylardan mürekkep olursa; böyle bir askeri kıtada biraz düşünce işleterek, kendiliğnden iş görme hassası pek ziyade ortaya çıkar…
İnisiyatifin, haddini bilmeme mertebesine varıldığı bir orduda, herkes kendi başına buyruk olur. Amir, maiyet yok; onun için itaat ve inzibat dahi kurulamaz.”


22 Ocak 2015 Perşembe

OSMANLI DİPLOMASİSİ, ALİ İBRAHİM SAVAŞ

ÖZET

1. Diplomasi Kelimesi Hakkında

Diplomatika ve diplomasi kelimeleri, aynı kökten türetilmiş kelimeler olması sebebiyle genellikle karıştırılmaktadır. Diplomasi kelimesi de diplomatika (vesika ilmi) kelimesi gibi etimolojik olarak“di ploma” kelimesinden üretilmiş bir kelimedir ve bu kelimenin anlamı ise, “üzerinde imza bulunan ikiye katlanmış; kağıt, belge” demektir. Bu bağlamda diplomasi kelimesi, devleti tarafından kendisine “di ploma” verilen yüksek dereceli memurun (diplomat), dış işlerinde yapmakla mükellef olduğu vazife, iş manasındadır ve “di ploma” kelimesini bugünkü dile ”güven mektubu” olarak çevirebiliriz. Diplomasi bir manada, resmi temsilciler vasıtasıyla devletler arasındaki ilişkileri yürütme işi ya da sanatıdır.

2. Osmanlı Diplomasisinin Yapısal Dönemleri

a. Daimi Elçiliklerin Tesisine Kadar Geçen Dönem (1299-1793)

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan, uluslararası kordiplomatik kuralların kararlaştırıldığı 1815 Viyana Kongresi'ne kadar, Osmanlı kordiplomatiğinin oluşumu açısından kayda değer dönemler mevcuttur. Bu dönemler, Osmanlı kordiplomatiğinin yapısal olarak geçirdiği önemli dönemleri kapsamaktadır.

Bu dönemlerde, Osmanlı kordiplomatik teşkilatı, Osmanlı dış politikasına paralel olarak büyük değişikliklere uğramıştır. Osmanlı Devleti'nin, uç beyliği statüsüyle Anadolu topraklarında siyasal bir varlık olarak ortaya çıktığı dönemlerde komşuları bulunan tekfurlar ve Bizans ile bir taraftan, diğer Türk beylikleri ile diğer taraftan yakın ilişkiler tesis ettiği bilinmektedir. Bizans ile olan ilişkilerde karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan veya evlilik yolu ile takviye edilen ilişkiler mevcuttu. Özellikle Orhan Bey zamanında Bizans ile olan ilişkilerde, hususi sebeplerle elçi gönderme söz konusudur; hatta Orhan Bey'in 1347 yılında Üsküdar'da Bizans İmparatoru VI. Kantakuzenos ile bizzat görüştüğü bilinmektedir.

Hammer, Osmanlı Devleti'nin ilk elçiyi 1339 yılında Orhan Bey zamanında Bağdat'a gönderdiğini yazmaktadır.I.Murad zamanında ise, yeni kazanılan ve toprakların genişlemesine paralel olarak, yabancı ve komşu ülkeler ile ilişkiler de büyümüş ve genişlemiştir. İmparator Joannis oğlu Kir Manuel’i Sultan Murad'ın yanına elçi olarak kalması için göndermiştir; bu Bizans İmparatorlarının özen gösterdiği bir husustu. Özellikle Balkanların ve İstanbul'un fethinden sonra, Avrupalı devletlerle diplomatik trafik doğal olarak yoğunlaşmıştır. Osmanlı Devleti, XIV ve XV. yüzyıldan itibaren Balkanlar ve Doğu Avrupa'da siyasi nüfuzunun ve dolayısıyla müzakere pozisyonunun güçlenmesinden sonra, dış politikada ve diplomatik münasebetlerde “hiç bir devleti eşit hakları haiz muhatap kabul etmeyen” bir anlayış yerleşmeye başlamıştır. Uluslararası yazışmalara da yansıyan ve Osmanlı diplomatikasında bariz bir şekilde görülen bu anlayış, Osmanlı Devleti'nin Akdeniz'i, Doğu Avrupa'yı idaresi altına aldıktan ve hakimiyetini Anadolu ve Asya'da tahkim ettikten sonra daha da kuvvetlenmiştir. 1521'de Belgrad'ın fethinden sonra 1526 yılında Macar İmparatorluğu’nun, güçlü Osmanlı orduları tarafından tarih sahnesinden silinmesinden ve Viyana önlerine kadar uzanan bir siyası nüfuz devrinden sonra İslam'ın halifesi ve Hıristiyanlığın hamisi Avusturya Roma İmparatoru karşı karşıya gelmiş ve özellikle Osmanlı Avusturya arasındaki siyasi ve diplomatik savaş son derece kızışmıştır. Buna paralel olarak, bu mücadelelere dolaylı ve dolaysız katılmak zorunda kalan başta Rusya, İran ve Fransa adeta XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin Doğu ve Batı politikalarının ve diplomasisinin yoğunlaştığı merkezler olmuştur.

b. 1793'den 1815 Viyana Kongresi'ne Kadar Olan Dönem

Osmanlı Devleti'nin daimi temsilciliklerin kurulmadığı, sadece fevkalade elçilikler ile yetinildiği yıllarda, Osmanlı Devleti'nin yabancı ülkelerde daimi elçilikler tarafından temsil edilmemesi fazla mahzur teşkil etmiyordu. Devletin büyüklüğü ve buna paralel olarak uluslararası arenada müzakere pozisyonunun son derece güçlü olması sayesinde başka devletlerin yardımı olmadan istediklerini düşmanlarına dikte ettirebiliyordu.

Fakat, bu satvet ve ihtişam grafiğinin zamanla düşmesi ve uluslararası politikada etkinliğin ve yaptırım gücünün kaybolması bu durumu değiştirdi. XVIII. yüzyıldan itibaren düşmanlarına karşı tek başına mücadele edemeyen Osmanlı Devleti, Hıristiyan devletlerin yardımını istemeye mecbur kaldı. Yabancı elçilere yapılan muamele değiştiği gibi, bu husus yabancı ülke hükümdarlarına yazılan mektuplara da yansıdı; ilk defa bu yüzyılda yabancı hükümdarlara “miknetlü ulu dostumuz” gibi tabirler kullanılmaya başlandı. Artık Osmanlı Devleti, uluslar arası diplomasi usullerine uymak zorunda kalıyordu; Avrupa devletler dengesinde meydana gelen değişmeleri yakından takip etmek, bunlardan faydalanmayı bilmek gerekiyordu. Bu konuda ilk girişimi yapan Sultan III. Selim'dir. İlk defa 1793 yılında başlamak üzere, 1802 yılına kadar Avrupa'nın belli merkezlerine üç yıllık süre ile daimi elçiler atandı. Böylece yabancı ülkelere ilk defa daimi elçiler gönderiliyor ve Osmanlı Devleti'nin menfaatleri yerinden temsil edilmeye başlanıyordu. Daimi elçiliklerden gerekli faydayı sağlayamadığına inanan Sultan III.Selim, bu hususta daha fazla masrafa katlanmanın lüzumsuz olduğunu düşünerek, daimi elçilikleri kaldırmaya karar verdi; ancak, bunların birden bire kaldırılmasını da uygun bulmuyordu. Bu yüzden bu ülkelerde, Fransa hariç, Osmanlı Devleti'nin maslahatgüzarlar tarafından temsil edilmesi kararlaştırıldı. 1815 yılında yapılan Viyana Kongresi kordiplomatikte yeni bir düzenleme yaptı ve elçilikleri, büyük elçi, orta elçi, ikamet elçisi ve maslahatgüzar olmak üzere dört sınıfta topladı. Fakat üç yıl sonra 1818'de toplanan Aux la Chapelle Kongresi'nde ise, bütün dünya devletleri için bağlayıcı olan bugünkü modern kordiplomatiğin esasları belirlendi. Osmanlı Devleti 1821 yılına kadar Avrupa devletleri nezdinde maslahatgüzarlar bulundurmaya devam etti; bunlar gayrimüslimlerden tayin olunduğu gibi, Müslümanlardan da seçiliyordu. Yunan ayaklanması başlayınca, Rum maslahatgüzarın Babıali'ye kasten yanlış haber verdiği anlaşılınca, Sultan II. Mahmud onların hepsinin işine son verdi; böylece ikamet elçilikleri muvakkaten ortadan kalkmış oldu. II.Mahmud saltanatının son yıllarında, III. Selim'in kırk yıl önce giriştiği tecrübeden faydalanarak 1834 yılında bu teşebbüsü tekrar yenilemiş ve bu günümüze kadar devam etmiştir.

3. Osmanlı Diplomasisinin Siyasal Dönemler Açısından Dönüm Noktaları

a. Kuruluştan 1453 İstanbul'un Fethi'ne Kadar Olan Dönem

Osmanlı Devleti'nin bir uç beyliği olarak tarih sahnesine çıkmasından sonra, gerek Türk beylikleri ile ve gerekse Bizans ile dar kapsamda da olsa ilişkileri mevcuttu. Orhan Bey zamanından İstanbul'un fethine kadar geçen zamanda, kazanılan topraklar sebebiyle yeni yeni komşular ile muhatap olunmuş ve onlarla olan ilişkilerde bu olaylara paralel olarak genişlemiştir. İstanbul'un fethine kadar Avrupa, doğuda günden güne genişleyen ve kuvvet kazanan bu devleti pek ciddiye almamıştı. Osmanlı Devleti ile Bizans'tan sonra ilk ve doğrudan ilişki kuran devletler, doğal olarak Macaristan ve Venedik idi. Balkanlarda ilerleyen ve gelecekte Avrupa için büyük bir siyasi güç olarak problem teşkil edecek olan Osmanlılara ilk ciddi mukavemeti Macarlar göstermişlerdir. Macarlar, gerek Hıristiyanlığın ve gerekse Avrupa'nın arka bahçesi olmaları gibi stratejik bir konumdan dolayı çok zor bir durum ile karşı karşıya idiler. 1389 Kosova Savaşı'ndan sonra başlayan Osmanlı Macar münasebetleri tarihinde, 1396 Niğbolu Savaşı büyük anlam taşımaktadır. Avrupa'nın savunması kendi omuzlarına yüklenen Macaristan, günden güne büyüyen Osmanlı Devleti'ne yalnız karşı koyamayacağını anlamış ve bu yüzden Hıristiyan Haçlı Seferi fikrine başvurarak, bir haçlı seferi tertibine muvaffak olmuştur. Fakat bu sefer hüsran ve yenilgi ile neticelenmiştir. Bu şekilde başlayan ve Macaristan'ın 1526 Mohaç Meydan Savaşı ile tarih sahnesinden silinmesine kadar devam eden münasebetler çerçevesinde, her iki devlet de birbirlerine karşı değişik stratejiler uyguladıkları gibi, zaman zaman bu ilişkilerin bir gereği olarak diplomatik ilişkilerde de bulunmuşlardır.

Bu dönemde Osmanlı Devleti, fetih operasyonlarının neticesinde dolaylı veya dolaysız kendisi ile münasebette olan ülkelere karşı tavizsiz ve yaptırımcı bir politika izlenmiştir. Bu siyasi ve diplomatik tavrın neticesinde, “hiç bir devleti eşit haklahaiz muhatap kabul etmeme” anlayışı yerleşmeye başlamıştır.

b. 1453'den 1606 Zitvatorok Barışı'na Kadar Olan Dönem

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra, Avrupa'da stratejik ehemmiyete sahip toprakları, Roma'ya giden deniz yolu üzerinde olan Mora'nın büyük bir kısmını ve İtalya'ya kuzeyden komşu Sırbistan topraklarını ülkesine kattı. Avrupa'da Osmanlı Devleti'ne karşı oluşturulmaya çalışılan ittifakların mali külfeti genellikle Venedik tarafından karşılanmaktaydı. Bu sebeple Fatih Sultan Mehmed, Venedik'e milli kayıplar verdirip, barışa zorlamak suretiyle Avrupa'dan gelen bu tehlikeyi önlemesini ve zaman zaman geciktirmesini bildi. Daha önce Yıldırım Bayezid'in vakitsiz denemeye kalktığı ve Osmanlı Devleti'nin az kalsın dağılmasına sebep olan Anadolu birliğini sağlama düşüncesi, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da yürüttüğü operasyonların ve izlediği politikaların sağlığı açısından çok önemli idi. Fatih Sultan Mehmed, bu düşünceyi hayata geçirmek için İstanbul'un fethini beklemiş ve bu zaferin manevi havasının avantajını da kullanarak, Anadolu'ya yönelmiş ve Avrupalı güçlerin potansiyel müttefiki durumunda olan Trabzon-Rum İmparatorluğu'nun (1461) ve Karamanoğulları'nın (1474) mevcudiyetine son vererek Anadoluda Türk birliğini sağlamıştır.

Fatih sonrası dönemde, II.Bayezid'in barışçı kişiliğine rağmen Osmanlı Devleti, Avrupa diplomasisinin kurnaz manevraları içine çekilmiştir. Bu dönemin en büyük özelliği de, Osmanlı Devleti, Avrupadaki hanedanlara kimin geçip geçemeyeceği hususunda hesaba katılması gereken ve söz sahibi bir güç konumuna yükselmesidir. Yavuz Sultan Selim, Ortadoğu'daki İslam topraklarının büyük ve önemli bir kısmını Osmanlı Devleti sınırlarına katmaya muvaffak olduktan ve böylece hakimiyetini, İran ve Avrupa'nın bütün gayretlerine rağmen, sağladıktan sonra, halefi Kanuni Sultan Süleyman, 1521'de Belgrad'ı fethettikten sonra bütün gücü ile Macaristan'a yüklenmiş ve burada Osmanlı fütuhatı aralıksız devam etmiştir. 1526 yılında Mohaç Meydan Savaşı'ndan sonra, Büyük Macar İmparatorluğu tarih sahnesinden silinmiş ve Hıristiyanların siyasi temsilcisi Roma İmparatoru ile İslam'ın Halifesi karşı karşıya gelmişlerdir. Bu önemli tarihi hadiseden sonra Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında uzun yıllar Macaristan topraklarında devam edecek olan mücadeleler başlamış oluyordu.

Yavuz Sultan Selim, Safevi tehlikesini bertaraf etmeden önce, İran'a Avrupa'dan gelebilecek olan her hangi bir yardımı önlemek için daha tahta çıkar çıkmaz cülusunu tebrik için gelen Venedik elçisini son derece iyi karşılamış ve antlaşmalar imzalamıştır.

Kanuni döneminde, Osmanlı Devleti'nin diplomatik trafiğinin doğal olarak Avusturya ile daha yoğun olduğunu görüyoruz; bu dönemde Avusturya, Osmanlı Devleti'ne otuz dört elçi göndermişti. Ancak, Akdeniz'de üstünlüğü Osmanlıya kaptıran Venedik, sürekli dış temsilcilik imtiyazına sahipti. Bu dönem Osmanlı diplomasisinin ihtişamını göstermek açısından da çok önemlidir. Siyasi ve diplomatik ihtişamın zirvesinde olmanın bir gereği olarak İstanbul, diplomatik trafiğin en yoğun olduğu bir dünya şehri haline gelmiştir. Kanuni dönemindeki en önemli olaylardan birisi de Fransızlara tanınan imtiyazlardır. Tarihte kapitülasyonlar olarak tanımlanan ve Lozan Barış Anlaşması ile kurtulduğumuz bu ticari ve diplomatik imtiyazlar, zamanında hangi gaye ile verilmiş olsa bile daha sonra devletin başına büyük felaketler açacaktır.

Kanuni'den sonra Osmanlı diplomasi tarihi için bir dönüm noktası teşkil eden ve dünya siyaset sahnesindeki güç grafiğini yavaş yavaş Osmanlı Devleti'nin aleyhine çeviren ilk antlaşma 1606 yılındaki Zitvatorok Barış Antlaşması'dır. Fakat bu arada, 1580 yılında Fransızlara tanınan imtiyazların İngilizlere de tanınması unutulmamalıdır. Osmanlı Devleti'nin İngiltere ile böyle bir antlaşma yapmasının gayesi açıktı; İspanya ve Portekiz'e karşı İngiltere'yi potansiyel bir müttefik olarak görmesi ve İran ile yapılan savaşlar sebebiyle silah ihtiyacının bir başka büyük devlet, yani İngiltere tarafından karşılanması gerekiyordu. Uzun yıllar sürüp giden savaşlar esnasında, Erdel Prensi, Eflak ve Boğdan Voyvodoları Osmanlıya karşı Avusturya ile anlaşırken, Osmanlı Devleti'nin bu zor durumunu fırsat bilen ve Osmanlı Devleti'nin Batı politikasını devamlı bir şekilde olumsuz yönde etkileyen İran, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti (1603). Daha önce beş yıllık bir süre için Osmanlı Devleti ile barış imzalayan İran, barışı tek taraflı olarak bozdu ve Osmanlı Devleti'ni iki ateş arasında bırakmak istedi; ancak, Kırım orduları, Eflak ve Boğdan’ı baştan başa işgal edip, Erdel Prensi'ni de baskı altına aldılar. Bu yeni durum karşısında Avusturya, Osmanlı Devleti ile Zitvatorog Antlaşması'nı imzaladı. Bu antlaşma ile, Osmanlı Devleti ile Avrupalı devletler arasında ilişkiler açısından yeni bir döneme girilmiş oldu. Daha önce Avrupalı devletlerle yapılan barış antlaşmaları, muzaffer Osmanlı sultanı tarafından verilmiş bir lütuf olarak görülüyordu. Ancak imzalanan Zitvatorok anlaşması ile Avusturya birtakım imtiyazlar elde etmiş, Macaristan Osmanlı Hakimiyetinden kurtulmuş ve bu anlaşma Osmanlı İmparatorluğunun çözülüşüne bir işaret olmuştur.

c. Zitvatorok'dan Karlofça'ya (1606-1699) Kadar Olan Dönem

1683 II. Viyana Kuşatması'nın başarısızlıkla sonuçlanması, Osmanlı tarihinin önemli bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Bu başarısızlıktan sonra takip eden yıllarda da sayısız yenilgiler alınmış Doğu Avrupa'da önemli ölçüde kayıplar verilmiştir. Aslında, Viyana önlerindeki bozgun, duraklama devrinin ilk önemli işaretlerinden biriydi, 1699 Karlofça Barışı ile Osmanlı Devleti'nin Doğu Avrupa'da savunmaya dayalı bir politikaya geçtiği görülmektedir. Karlofça Barışı aynı zamanda Osmanlı kuvvetlerinin yavaş yavaş Doğu Avrupa'dan ve Balkanlardan çekilmeye başladığının işaretidir. Bu barış, Osmanlı Devleti'nin tarihinde ilk defa Avrupalı devletlerin tavassutunu kabul etmesi açısından da büyük önem kazanmaktadır. Bu barış antlaşmasının önemli diğer bir yönü ise, Osmanlı Devleti daha önce protokolde "Moskov Prensi” diye tabir ettiği Rus Çarı'nın "İmparatorluk" unvanını kabul etmesidir.

d. Karlofçadan Küçük Kaynarca'ya (1699-1774) Kadar Olan Dönem

Bu dönemde Osmanlı Devleti'nin Karlofça'nın intikamını alma gayretleri görülmektedir. Prut Seferi ile  Azak tekrar geri alındı. Mora'ya yapılan sefer sonucu Venedik-Avusturya ittifakı ile Osmanlı Devleti arasında meydana gelen savaş sonucu imzalanan Pasarofça Barış Antlaşması ile Osmanlı Devleti Belgrad, Semendre, Preveze, Dalmaçya Kaleleri ve Eflftk ile Sırbistan'ın bir kısmını kaybetti. Bu barış da, Avusturya'nın en kazançlı antlaşmalarından biri oldu 1736 yılında başlayan ve Avusturya-Rusya ittifakı neticesinde iki ayrı cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı orduları, 22 yıl sonra 1739 yılında Belgrad'ı tekrar fethetmiş ve yapılan Belgrad Barış Antlaşması ile tekrar Avrupa kapılarına dayanan bir konuma gelmiştir. Fakat diplomatik manada, Osmanlı Devleti bu barışı da, yabancı bir devletin tavassutu ve garantörlüğü altında imzalamıştır. Osmanlı ordularının Avusturya'ya karşı cephelerde üstün başarı göstermesine ve Rusya'ya karşı aynı başarıyı göstermesine rağmen bu barış görüşmelerinde Fransız diplomasisi kendi menfaatleri için Osmanlı lehine gayret sarf etmiş ve başarıya ulaşmıştır.  

I. Mahmud'un 25 yıl süren saltanat dönemi, Osmanlı diplomatlığının en parlak devirlerinden biridir ve özellikle 1739 Belgrad Barışı, Babıali'nin imzaladığı en şanlı barıştır. Her ne kadar 1739 barışı Osmanlı Devleti'nde toparlanmanın alameti sayılsa da, bu yüzyılda siyasi dengelerin değişmesi daha da belirginleşmiştir; Osmanlı Devleti'nin komşuları Avusturya, Rusya ve Prusya günden güne güç kazanarak ve aralarında sıkışıp kalan Lehistan’ı paylaşmak arzusundadırlar. Leh ileri gelenleri, Rusya'nın Lehistan' a müdahaleleri karşısında Osmanlı Devleti'nden yardım istemişler ve bu yardıma mukabil Podolya'yı vadetmişlerdir. Savaş taraftarı olan Osmanlı hükümeti 1770 yılında Rusya'ya harp ilan etti. Dört yıl süren bu savaş sırasında Osmanlı Devleti büyük kayıplara uğradı ve Rus orduları bütün Kırım'ı işgal ettiler (1773). 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca anlaşması ile çok büyük tavizler verildi.

e. Küçük Kaynarcadan Paris Antlaşması'na (1774-1856) Kadar Olan Dönem

Osmanlı Devleti, artık yaşayabilmek için Avrupa'da müttefikler aramak zorunda idi. 1789 Fransız ihtilalinden sonra yalnızlığa terk edilen Fransa, 1797 yılında muzaffer olduğu İtalyan seferine kadar Osmanlı Devleti ile iyi geçinmeye gayret sarf etti. Fakat, Fransa'nın Mısır'ı alma niyeti anlaşılınca, Rusya kendi emellerini askıya alarak Osmanlı Devleti'ne yardım teklif etti. Bu gelişen olaylar esnasında Osmanlı Devleti 1798'de Rusya ve 1799 yılında da İngiltere ile ittifak antlaşması imzaladı. Daha sonra ise bu ittifaklar tekrar yenilenmiştir. Büyük devletlerin aralarındaki rekabet, bu devletlerin Osmanlı Devleti ile bir müddet mücadelelerini engelledi. Hünkar İskelesi Antlaşması(1833), Osmanlı Devleti'ni resmen Rus himayesi altına sokmuştu. İstanbul' un, özellikle Boğazların Rus kontrolüne geçmesi diğer Avrupa devletlerini endişelendirmekteydi. Bu yüzden Osmanlı Devleti müşterek himaye sayesinde rahat nefes alabildi. Osmanlı Devleti ise, yenileşme sürecine girmiş bulunmaktaydı. 1848 yılında Fransa'da ihtilal başlayınca, milliyet fikirleri revaç bulan ülkelerde bazı hareketlilikler görüldü ve Avusturya hegomonyasında olan Macarlar ayaklandılar; Avusturya ise Rusya'dan yardım istedi. Ezici Rus birlikleri karşısında hezimete uğrayan Macarlar, Osmanlı Devleti'ne sığındı. Rusya bu mültecilerin iadesini istedi, fakat Osmanlı Devleti bunu reddetti. Bu insancıl tavır, Avrupa'da büyük yankı uyandırdı ve Fransa ve İngiltere bu konuda Babıali'ye açık destek verdiler. Rusya, Osmanlı Devleti'nin İngiltere ile kendi arasında paylaşılmasını düşünürken, İngiltere menfaatleri gereği "Hasta Adamı" tedavi etmek gerektiğine inanıyordu. 1853 yılında Rus orduları Eflak ve Boğdan'a yürüyerek Osmanlı Devleti'ni tahrik etti. Ancak bu hareket, bölgede emelleri olan Avusturya ve Prusya'yı kaygılandırdı. 1853'de yapılan Viyana Konferansı neticesiz kaldı. Osmanlı Devleti ile harbe tutuşan Rusya, Osmanlı donanmasını Sinop'ta batırdı; bunun üzerine Fransa ve İngiltere 1854 yılında Rusya'ya harp ilan ettiler. Kırım'da da cephe açan müttefiklere, Çar Nikola'nın ölümünden sonra yerine geçen II. Aleksandr barışı kabul etti. Viyana'da ön görüşmeler tamamlandı ve devletlerarası hukukun harbe dair bazı önemli kuralları yazılı kanun haline getirildi. Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa Kırım Savaşı esnasında yabancı ülkelerden borç almaya başladı (1854 ve 1855).25 Şubat 1856 yılında açılan Paris Kongresi ile Osmanlı Devleti ilk kez Avrupalı devletlerle bir arada böyle bir toplantıya katılıyordu. Osmanlı Devleti böylece Avrupa hukuk sistemine dahil oluyor; Osmanlı Devleti'ne müdahale konusunda tek yetkili makam Concert European oluyordu. Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti hakkındaki böyle müşterek politikalarının sebebi, İstanbul ve Boğazların öneminden ve bu konudaki menfaatlerinden kaynaklanmaktaydı; aslında Osmanlı Devleti hakkındaki niyetlerinde değişiklik olmamıştı.

Osmanlı diplomasisi açısından dönüm noktaları teşkil eden hususlar incelendiğinde, bir zamanların süper gücü Osmanlı Devleti'nin tedrici olarak nasıl dünya siyaset ve diplomasi sahnesinden çekildiğini açıkça görmekteyiz. Uzun yıllar dünya siyaset sahnesinde süper güç olarak yabancı devletleri eşit hakları haiz muhatap kabul etmeyen bir anlayışla hareket eden Osmanlı Devleti, bu pozisyonunu tedrici olarak kaybetmiş ve XX. Yüzyılın ilk yarısında Avrupalı devletlerle eşit hakları haiz muhatap olma mücadelesi vermek durumuna düşmüştür.

4. Osmanlı Diplomasisinde "El-Kadimu Yüzaru" Kaidesi

a. Diplomatik Arkaplan

1699 Karlofça Barış Antlaşmasına kadar Avrupalı devletlere karşı politik ve diplomatik üstünlüğünü muhafaza eden Osmanlı Devleti, 1793 yılında daimi elçiliklerin tesisine kadar yabancı devletler nezdinde elçi bulundurmuyor ve bu ülkelere sadece siyası, diplomatik ve daha başka sebeplerle muvakkat elçi gönderiyordu. Gönderilen elçiler, kendilerine tevdi edilen görevlerini ikmal ettikten sonra, hemen Asitane-i  Sa'adete geri dönüyorlardı; yani görev süreleri, görevlerinin ikmal edilmesi ile sona eriyordu. 1699 Karlofça Barış Anlaşmasına kadar dış politikada bu anlayışla tek taraflı bir siyaset izleyen Osmanlı Devleti, bu antlaşma ile tarihinde İlk defa yabancı bir devletin tavassutunu kabul ediyordu. Bu,1606 Zitvatorog Antlaşmasından sonra Osmanlı Devleti'nin dış politikada ikinci büyük prestij kaybı idi. Takip eden yıllarda, Osmanlı dış politikası önemli ölçüde değişmiş ve taaruza dayalı savaş politikası yerini önemli ölçüde savunmaya dayalı savaş politikasına bırakmıştır. Bundan sonra, dış politikada daima dengeler göz önünde tutulmaya gayret edilmiş ve rakip devletlerin tarafsızlığını sağlayabilmek için, yapılan askeri faaliyetler esnasında bu devletlere elçiler gönderilmiş ve bunların tarafsızlığı sağlanmaya çalışılmıştır.  Osmanlı Devleti'nin yabancı devletlerle, özellikle de Avrupalı güçlerle olan münasebetlerini, Osmanlı Devleti'nin daha üstün müzakere pozisyonunda olduğu 1606 Zitvatorok antlaşmasına kadar olan dönem; Zitvatorog'dan 1699 Karlofça Barışı'na kadar olan ve eşit hakları haiz muhatap kabul etmeme ilkesinin anlamını yitirdiği devre ve Karlofça ile başlayan duraklama devrinin söz konusu olduğu devre olarak üç bölümde özetlemek mümkündür. 

b. El-Kadimu Yüzaru" Kaidesi

Osmanlı diplomasisinin önemli bir ayağını oluşturan ve yabancı elçiliklere titizlikle uygulanan protokol kurallarına El-kadimu Yüzaru denilmekteydi.

Sefaretnamelerde, sınır tahdit raporlarında ve diğer diplomatik eserlerde sık sık rastladığımız bu kaide hakkında değerlendirmelerde bulunmadan önce, bir hususun açıklanmasında fayda görüyoruz; bu da Sefaretnameler ile sınır tahdit raporlarının farklı karakterlerde olmalarıdır, zira sefaretnamelerde söz konusu olan, bir Osmanlı elçisinin yabancı bir hükümdara gönderilmesi ve bu misyonun doğrudan doğruya diplomatik bir karakter taşımasıdır. Gönderilen elçi aynı zamanda, Osmanlı padişahını yabancı bir devlet başkanı nezdinde doğrudan temsil eden bir devlet adamıdır ve bu husus, elçinin yabancı hükümdara teslim etmekle yükümlü olduğu gerek name-i hümayunda ve gerekse mübadele olunan antlaşmanın tasdiknamesinde yazılı olarak belirtilmiştir. Sınır tahdit raporlarında ise, bu memuriyete tayin olunan heyetin böyle bir vazifesi yoktur ve müzakereler, söz konusu olan iki devletin tayin ettiği sınır tahdit komisyonları arasında yürütülmüştür. Sultanın yabancı bir devlet başkanı nezdinde doğrudan temsili söz konusu değildir. Kendilerine yabancı devlet adamlarına teslim edilmek üzere herhangi bir resmi mektup veya tasdikname verilmemiştir; yalnız, memuriyetleri açısından bağlayıcı olan, akdedilen barış antlaşması hükümleridir ve bu hükümlere mutabık görevlerini icra etmekle yükümlüdürler. Diğer önemli bir husus ise, sınır tahdit çalışmalarına daha yüksek rütbeli bir devlet adamının nezaret etmesidir. Bu anlatılan farklılıklardan dolayı Osmanlı elçilerinin diplomatik kaidelerin yerine getirilmesi konusundaki ısrar ve kendine güvenirlikleri, padişahın doğrudan temsilcileri olmaları sebebiyle daha belirgindir; bu kaidelerin uygulanmasında sınır tahdidine memur olan muhaddidlerin sebatı ve görevlerinin kendilerine sağladığı güven duygusu o kadar büyük değildir. Ancak bu, söz konusu kaidelerin uygulanmasında muhaddidlerin esnek davrandıkları ve sebat etmedikleri anlamına gelmez. Herhangi diplomatik bir görevin yerine getirilmesinde ehemmiyet arz eden ve en başta gelen husus eşit şartlarda müzakeredir. Bu husus, elçilerin gönderildikleri ülkeye giderken gerek yollarda ve gerekse o ülkede, hükümdar hariç diğer devlet adamları ile Osmanlı elçileri arasındaki bir kaide olarak görünmektedir. Eğer yabancı bir devlet adamı Osmanlı elçisinin istikbaline tayin olunmuş ise, ziyaret, iade-i ziyaret ve müzakerelerde fazla problem ortaya çıkmamıştır. Elçilerin sınırlarda mübadeleleri esnasında eşit şartlarda görüşme esasını daha önceden sağlamak için, sınırda belirli aralıklarda olan üç adet taş veya ağaçlardan bir nişan dikilir ve ilk görüşme bu taşlardan ortada bulunanın yanında yapılırdı. Mübadele olunacak elçiler at üzerinde ortadaki taşın yanına gelirler ve her biri diğerinin attan önce inmesini beklerdi, zira attan ilk inen diğerinin ayağına gitmiş olur, dolayısıyla mağlup sayılır ve diplomatik olarak fena puan almış kabul edilirdi. Bazı durumlarda mübadelenin yapılacağı yerin teklifi ve tespiti hususunda da muhatapların diplomatik manevra ve puan kazanma gayretinde oldukları görülmektedir. Elçiler mübadele olunduktan sonra, yabancısı sayıldıkları ülke topraklarına girer ve belirlenen güzergah üzerinden yollarına devam ederlerdi. Her ne kadar kendilerinin emniyeti için asker, mihmandar ve tercüman tayin olunmuş olsa bile, davranışlarında son derece bağımsız idiler. Maiyetlerine verilen tercümanların nasıl davranmaları gerektiğini belirledikleri gibi, askerlerin bile nasıl selama durmaları gerektiğini kendi anlayışları doğrultusunda düzenlemişler ve aksi davranışların zuhuru halinde derhal müdahale ederek gerekli tavırlarını sergilemişlerdir. Bu husus ile alakalı Sefaretnamelerde ve diğer diplomasi ile alakalı eserlerde, mesela sınır tahdit raporlarında göze çarpan husus, Osmanlı elçilerinin emniyetlerini temin için yabancı devlet tarafından refakatlerine verilen askerlerin kılıçlarını çekerek selama durmalarından son derece rahatsız olmaları ve buna derhal müdahale etmeleridir. Osmanlı diplomatlarının, devlet tecrübesi çok olan ve devletin onurunu en iyi derecede temsil edebilecek yüksek memurlardan seçildiğini görmekteyiz, Yabancı bir devletle, bu Hıristiyan olsun veya müslüman olsun, yapılan siyasi ve diplomatik temaslarda görev alan yüksek dereceli memurların, bir diplomat olarak diplomatik protokolünü iyi bilmesi gerekmektedir. Diplomasi ile alakalı eserler incelendiğinde, Osmanlı Devleti'nin muhatabı olan devlet diplomatları da, her fırsatta diplomat muhatabını taciz etmeyi ve onun şahsında devletinin gururu ve onuru ile oynamayı denemek istemişlerdir, fakat hemen hemen her defasında da, Osmanlı diplomatlarının tavizsiz tavırları karşısında niyetlerine nail olamamışlardır. Daha önce de ifade edildiği gibi, Osmanlı elçilerinin yabancı ülke topraklarında seyahatleri esnasında, yol güzergahlarında bulunan yörelerde konaklamaları ve ağırlanmaları için murahhaslar tayin edilmekteydi; tabii ki bu, söz konusu yabancı devletin idari yapısı açısından mühim merkezlerde uygulanmakta idi. Osmanlı elçilerine herhangi bir yabancı devlet adamı murahhas tayin edilmediği sefaretlerde ise, Osmanlı elçisinin İstikbali hususunda uzun münakaşalar meydana gelmiş ve protokol gereği karşılanmayan Osmanlı elçileri ve devlet adamları, kendilerini davet eden yabancı devlet adamlarının davetlerini "el-kadimu yüzaru” mefhumunca reddetmişler ve bunda sebat ederek, bu kaidenin uygulanmasında taviz vermemişlerdir. Bunun haricinde, yabancı devlet adamlarının Osmanlı elçisini veya devlet adamını ayağına getirmek için bazı hilelere de başvurdukları vakidir. Bu durum sadece Sefaretnamelerde değil, aynı zamanda sınır tahdit raporlarında da söz konusudur. Sınırlarda yapılan mübadelelerde dikkat edilen husus ile konumuz olan diplomatik kaidenin ana fikri birdir: İlk hareketi veya ziyareti yapmamak ve muhatabı ayağa getirmek, böylece de devletlerin yabancı devlet adamları nezdinde temsili esnasında onurunu muhafaza etmektir. Gerek Osmanlı elçilerinin sefaretnamelerinde ve gerekse sınır tahdit raporlarında tartışmalara sebep olan bu diplomatik kaide, eşit şartlarda müzakereyi gaye edinmiş ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin şan ve şerefini tekmil için devamlı başvurulan bir düstur olmuştur.

5. Sefaret Görevi

Yabancı ülkede yapılan merasimleri üç ana başlık altında özetlemek mümkündür: Birincisi; sefaret heyeti, gönderildikleri ülkenin payitahtına girişte yapılan merasim, ikincisi; sefaret heyeti için payitahtta hazırlanan konaklara yerleştikten sonra, o ülkenin hükümdarı nezdinde elçinin getirdiği hediyelerin ve namelerin teslimi için yapılacak olan resm-i kabul töreni, üçüncüsü de; sefaret heyetinin Asitane-i Saadete dönme yolculuğunu başlamadan önce, Sultana götürmesi gereken hediye ve cevabı mektupları teslim aldığı son resm-i kabül.

a. Payitahta Giriş Töreni

Osmanlı Devleti, sefaret heyetlerinin ihtişamına çok önem vermekteydi, hatta devletin mali yönden pek iyi durumda olmadığı zamanlarda bile bunu ihmal etmiyordu. Bu yüzden, gönderildikleri ülkenin payitahtlarına girişi büyük debdebe ve tantana ile yapıyorlar ve devletin ihtişamını göstermek için hiçbir hususu ihmal etmiyorlardı. Yabancı devlet adamlarının şehre giriş için teklif ettikleri protokolü kabul etmiyorlar ve sefaret alayını kendi istedikleri şekilde tertib ediyorlardı. Hemen hemen bütün sefaretnamelerde, şehre nasıl girildiği, sefaret alayının nasıl tertib edildiği hakkında geniş malumat bulunmaktadır. Bu tarif ve tasvirler incelendiğinde, elçilerin şehre girmeden önce konakladıkları son konaklama yeri olan şehirde, kendilerine kral tarafından başvekil veya yüksek rütbeli bir asker gelerek, elçiye kralın selamını tebliğ ettikten sonra onu payitahta davet ederdi. Payitahta girer iken, alayın tertip edilmesi hususunda Osmanlı elçilerinin hassasiyetini bilen ülkeler, alayı istedikleri gibi düzenleyebileceklerini de ifade ederlerdi. Çoğu zaman kral kendi arabasını elçinin binmesi için gönderdiği vaki olduğu gibi, bazen da, elçiyi payitahta davete gelen devlet adamları onların neye ihtiyaçları olduğunu sorar ve genellikle ata ihtiyaçları olduğundan, bu arzuları kralın özel ahırından temin edilirdi. Bu merasimin, sefaret heyetinin padişahın huzurunda yapılan merasim gibi ihtişamlı olmasına özenle dikkat edilirdi. Bazı sefaretnamelerden, merasimle payitahta giren sefaret heyetinde bulunan asker ve pehlivanların türlü gösteriler sergilediklerini, alayın zengin bayraklarla süslendiğini, mehter eşliğinde askerlerin tekbir getirdiklerini ve silahlı olduklarını, ayrıca bazı görevlilerin de seyircilere içecek şeyler dağıttıklarını öğrenmekteyiz. Bu merasimler yabancı ülke insanlarının son derece ilgisini çektiğini yine sefaretnamelerden öğrenmekteyiz.

b. Resm-i Kabul

Mürettep alay ile şehre giren sefaret heyeti konaklarına yerleştikten sonra, bir kaç gün dinlenmeleri için beklenirdi. Osmanlı Devleti'nin söz konusu ülke ile ilişkilerinin iyi olmadığı anlarda, daha doğrusu, muhatap ülkenin dış politikadaki pozisyonu Osmanlı Devleti'nden daha iyi bir konumda olduğunda, elçilerin gerek şehre giriş protokollerinde ve gerekse resm-i kabullerinde büyük zorluklar çıkarılır ve bu dinlenme günleri daha da uzayabilirdi. Bir kaç gün geçtikten sonra elçiyi konağında ziyarete gelen genellikle başvekilin memur ettiği bir devlet adamı, elçilerin makamlarını tebrik eder ve resm-i kabulün ne zaman olacağını tebliğ ederdi. Aynı zamanda, resmi kabulün ne şekil olacağını ve bunu kendilerine yazılı olarak vermesini rica ederdi.

c. Veda Ziyareti

Osmanlı elçilerine ilk resm-i kabulden sonra veda ziyaretine kadar bulundukları ülkenin, özellikle şehrin görmeye değer yerlerini, opera, rasathane ve mesire yerlerini gezdirip gösterdiklerini sefaretnamelerden öğrenmekteyiz. 1792 yılına kadar yabancı ülkelere giden elçiler muvakkat olarak gönderildiklerinden dolayı, belirli bir müddet sonra İstanbul'a tekrar dönmüşlerdir. Sefaret vazifesinin en son bölümü olan veda ziyareti aynı zamanda o ülkenin hükümdarından geri dönüş için izin isteme ve kendisine verilecek hediye ve namelerin resmen teslim olunduğu ve alındığı merasimdir. Elçilerin sefaret vazifelerini ikmal etmeleri sonucu ülkelerine sağ salim geri dönmeleri hususunda gerekli hassasiyet elçilerin yabancı hükümdara teslim ettikleri namede özellikle belirtilmiştir. Bunların dışında veda ziyaretleri, devletlerin karşılıklı olarak barışın muhafazası ve istihkamı her türlü şeyin yapılacağına dair sözlü ifadelerin yapıldığı ziyaretlerdir. Zaten elçinin, bulunduğu ülkede ağırlanışı ve kendisine gösterilen itibar, muhatap devletler arasındaki dostluk ve barışın devamına olan isteğin göstergesi olarak kabul edilmiştir. Elçiler veda ziyaretinde, kral nezdinde yaptığı bir konuşma ile geri dönüş arzusunu belirtir ve bundan sonra kendisine ne zaman yola çıkacakları hususunda bilgi verilerek, gerekli hazırlıklar başlatılır. Sefaret heyetine Osmanlı sınırına kadar refakat etmek üzere tahsis olunan görevlilere dönüş güzergahı bildirilir ve elçilerin Osmanlı sınırında teslimi ile muhatap ülkeye düşen vazife son bulmuş olur. Sefaret heyetinin görevi ise, İstanbul’a döndükten sonra, sadrazama sefaret hakkında verilen ve gerekirse sultanın huzurunda tekrarlanan rapordan sonra son bulmaktadır.

6. Osmanlı Devleti’ne Gelen Yabancı Elçiler


a. Yabancı Elçilerin İstikali ve İstanbul'a Giriş Merasimleri

Yabancı elçiler, Osmanlı hududuna girer girmez Devlet-i Aliyye'nin misafiri kabul edilir ve Osmanlı topraklarında ikametleri esnasındaki maişetleri karşılanırdı. İstanbul'a gelen elçilere daha önce mihmandar tayin edilir ve bu mihmandar nezaretinde Osmanlı topraklarında seyahat ederlerdi. Bazı yabancı devlet elçilerinin, Osmanlı Devleti tarafından giriş müsaadesi verilinceye kadar sınırda bekletildikleri bilinmektedir. Yabancı elçilerin İstanbul'a girişleri ile ilgili değişmez kurallar vardı. Yabancı elçilerin istikbali için genellikle çavuş tayin olunur ve bu çavuşların sayısı bazen elliyi bulurdu, ayrıca elçilik heyetine refakat etmek için yeniçerilerden müteşekkil 100 kadar asker tayin olunur, bu sayı bazen bini bulurdu; bunu müteakip şehre bu müretteb alay ile girilirdi. Sınırlarda mübadele esnasında meydana gelene anlaşmazlıklar ve diplomatik üstünlük manevraları, diplomatların gönderildikleri ülkenin payitahtına girişlerde de meydana geliyordu. İstanbul'a girişlerde durum biraz daha farklı idi; eğer İstanbul'a gelen yabancı ülke diplomatları muhteşem bir merasimle karşılanıyor ve giriş esnasında bando çalmak ve bayrak açmak gibi imtiyazları kullanabiliyorlar ise, bu o ülkelerin diplomatlarının Devlet-i Aliyye nezdinde muteber tutulduklarının ve devletleri ile ilişkilerin iyi olduğuna delalet etmekte idi. Bu durum aynı zamanda, diğer ülkeler nezdinde gururlanma vesilesi idi. Deniz yolu ile gelen elçiler Çanakkale'de karşılanır ve bunlar için yapılması planlanan İstanbul'a giriş merasimleri, deniz yolculuğunun belirsizliği sebebiyle planlanan günde yapılamamaktaydı. Osmanlı elçilerinin gönderildikleri ülkenin payitahtına girişlerinde ihtişama büyük özen göstermekteydiler. Gerek o ülkenin insanlarını ve gerekse devlet adamlarını tesir altında bırakmaya çalışmışlardır. Özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların, devlet adamlarının, dünyanın bir numaralı siyası gücünü temsilen ülkelerine gelen Qsmanlı elçilik heyetini, onların nasıl göründüklerini ve nasıl yiyip içtiklerini yakından görmek için gösterdikleri çabalar hakkında sefaretnamelerde zengin örneklere rastlamaktayız. Yabancı elçilerin İstanbul'a girişlerinde, bando çalmaya ve bayrak açmaya kesinlikle  müsaade edilmemekteydi. İstanbul' a kalabalık bir şekilde gelen yabancı devlet elçileri için de tahdit getirici uygulamalar görülmektedir; Rodos'un fethini tebrik için 500 kişilik bir heyetle İstanbul'a gelen İran elçilik heyetine, bir yabancı devlet elçilik heyetinin böyle kalabalık bir şekilde İstanbul'da boy göstermesinin münasip olmayacağı düşüncesi ile müsaade edilmemiştir. Yabancı elçiler İstanbul'a girişte, atlarının ve bandolarının zengin süslenmesiyle de ilgi çekmek ve bir azamet gösterisi yapmaya gayret sarf ederIerdi. Şehre girişin ihtişamını simgelemek üzere beraberlerinde soyluları ve tüccarları – özellikle Fransızlar- bulundurmayı ihmal etmezlerdi. Osmanlı elçilerinin gönderildikleri ülkenin payitahtına girmeden hemen hemen aynı şekilde davrandıkları bilinmektedir; ancak, şehre giriş protokolünde Osmanlı elçilerinin daha dominant davrandıklarını ve bu protokolü büyük ölçüde belirlediklerini görmekteyiz. Şehre giriş merasimlerinde bu hususların özenle uygulanmasından, diplomatik tesirin amaçlandığını gormekteyiz.

b. Resm-i Kabul Merasimi

aa. Sadrazam Tarafından Kabul

Yabancı elçilerin alay ile konaklarına yerleşmesinden genellikle üç gün sonra, mutad olduğu şekilde sadrazamı Paşakapısı'nda ziyaretle diplomatik faaliyetlerini başlatmış oluyordu. Kabulden bir gün önce dergah-ı ali kapıcıbaşılarından biri veya çavuş elçiyi davet etme vazifesine memur edilirdi. Kabulün yapılacağı gün elçiyi konağından almak için çavuşbaşı veya kapıcıbaşı gönderilir ve çavuşbaşı acelelerinin oImadığını ifade ederek geç gelirdi. Paşakapısına, çavuşlar, yeniçeriler asesbaşı ve sübaşı eşliğinde gidilirdi. Görüşmenin yapıldığı odada, bazı yetkilileri hazır vaziyette bulur ve saray tercümanı da merdivende kendilerini beklerdi. Sadrazam, görüşme odasına bazen elçi ile aynı zamanda bazen de oturduktan sonra girerdi. Sadrazamın kabul ettiği elçinin ülkesi ile ilişkiler iyi değil ise, sadrazam elçiyi oturarak kabul eder ve bir müddet ayakta bekletirdi. Osmanlı elçilerinin raporlarında ise, Osmanlı elçilerinin sefaret ile gittikleri ülkenin sadrazam mesabesinde olan başvekilleri arz odasında elçiyi ayakta bekler buldukları anlaşılmaktadır. Avrupalı elçiler arz odasında yabancılar için pek alışık olmadıkları ve rahat olmayan bir tabureye oturtulur ve taburenin koyulduğu yerin sadrazamın oturduğu yerden daha aşağıda olmasına dikkat edilirdi; bu da diplomatik manada, yabancı elçinin işinin zor olduğuna ve onu tahkir manasına geldiğine delalet etmekteydi. Fransız elçisi Villeneue’nin 1728 yılında sadrazam ile yapmış olduğu bir görüşmede sadrazamın yanına oturması büyük bir imtiyaz ve takdir olarak değerlendirilmişti. Elçinin odaya girmesinden kısa bir müddet sonra sadrazam odaya gelir ve sesli bir şekilde selamlaşırlar, şerbet ve tütsü ikramından sonra yerlerine oturarak sohbete başlarlardı. Konuşmalarda, elçinin ülkesinin durumu, İstanbul'da edindiği intibalar ve rahat olup olmadığı sorulurdu. Bu sohbet esnasında birlikte yemek yenirdi. Buna mukabil Osmanlı elçilerinin yabancı hükümdar tarafından kabul edildikleri arz odasında yemek yediklerine tesadüf edilmemiştir. Osmanlı elçileri onuruna verilen yemek ziyafetleri genellikle, elçi ve maiyetinde olanların bulundukları konaklarda, Osmanlı ahçılarına yaptırmak suretiyle icra ederlerdi. Kabul sırasında verilen ziyafette, yemeklerin seçimi onlara bırakılır ve elçilerin oruçlu olup olmadıklarına dikkat edilirdi. Yabancı elçilerin Ramazan'da sadrazamla görüşme isteğinde bulunmamaları nazik bir dille ifade edilirdi, zira sadrazamın ziyafet verememe gibi bir durumda mahcup olacağı kanaati vardı. Osmanlı Devletinin yabancı devletler karşısında müzakere pozisyonunun çok güçlü ve karşılıklı ilişkileri önemli ölçüde belirleyici olduğu dönemlerde, İstanbul'a gelen elçilerin sadrazam tarafından kabulleri esnasında büyük sorgulamadan geçtiklerine de şahit olunmuştur. Bunda, Osmanlı Devleti'nin Avrupalı elçilere birer casus ve rehine muamelesi yapmasının büyük rolü vardır. Elçilerin sadrazam ile mutad görüşmelerinde padişah ile görüşmeye kabul edilmelerini rica etmeleri, sadrazam ile yapılan görüşme, aslında padişah tarafından kabul için bir vize mahiyeti taşıyordu. XVIII. yüzyılın sonlarına kadar, kabul sonrası elçinin veda etmesi esnasında sadrazamın ayağa kalkmaması bir gelenek olarak kaldı.  Kabulün samimi ve dostane geçmesinin ve hüsn-i kabul görmesinin bir nişanesi olarak, daha sonra elçiye bir memur (çavuş) gönderilir ve görüşmenin son derece kabul gördüğü tebliğ edilirdi.  Ayrıca elçiye, daha önce hiç bir yabancı ülke elçisinin böyle bir kabule mazhar olmadığı iletilirdi.

bb. Padişah Tarafından Kabul


Yabancı elçilerin diplomatik misyonlarının en ehemmiyetli noktası padişah tarafından huzura kabul oluşturmaktadır. Bu kabul merasiminde kendilerine teslim edilecek cevabi mektup ve hediyeler teslim ediliyordu. Huzura kabul edilecek olanların sayısı, saati ve görüşme konuları sadrazam veya sedaret kaymakamı tarafından önceden ayrıntılı bir şekilde açıklanır ve tespit edilirdi; hatta padişahın huzurunda elçinin ifade edeceği cümleler, sadrazam tarafından kendisine talim ettirilirdi. Buna mukabil Osmanlı elçilerinin gönderildikleri ülkenin hükümdarı huzurunda yapacakları görüşmenin protokolünü genellikle kendileri tespit etmekteydiler; Elçiler, padişahın bulunduğu odanın önüne kadar kapıcıbaşı refakatinde gelir ve odanın önünde dört çavuş beklerdi. İki çavuş, elçilerin kollarından tutup koltuğuna girer ve padişahın huzuruna, adeta ayakları yerden kesilmiş bir vaziyette getirirlerdi. Her zaman olmasa da, bu şekilde huzura getirilen elçiler, çavuşların zor kullanması ile eğilerek alınları yere değdirilirdi. Orada bulunan bir saray görevlisi, diz çöken elçilere padişahın kaftanının kolunu uzatır ve elçinin öpmesini sağlardı. Sultanın önünde yeteri kadar eğilmeyen Avusturyalı elçi Şchwarzenhorn'u (1651), bizzat sadrazam eğmiş ve padişahın kaftanının kolunu öptürmüştür. 1664 yılında İstanbul'a gelen Avusturyalı elçi Czernin inat ederek eğilmemiş ve çavuşlar tarafından zorla tazime zorlanmıştır. Elçilerin padişahın huzuruna bu şekilde getirilmesinin sebebi, Osmanlı tarihinde meydana gelen ve 1. Murad'ın katline sebep olan olay olduğu ifade edilmektedir; Sırp Miloş Kobilowiç, Sultan 1. Murad ile görüşmek ister ve huzura kabul edilir. Huzurda sultanın ayağını öpmek için eğildiği esnasında hançerini çıkarır ve sultanı katleder. Bu sebeple, bu olaydan sonra, ayak öptürme terk edilmiş ve elçinin elleri tutulmuş bir halde sultanın elini öpmesi kuralı getirilmiştir. Bu kural ilk defa 1796 yılında İstanbul'a gelen Fransız elçisi Aubert Dubayet'e uygulanmamıştır.

21 Ocak 2015 Çarşamba

AŞK, ELİF ŞAFAK

Elif Şafak bu romanında, Mevlana ile Tebrizli Şems arasındaki muhabbeti, sevgiyi ve dostluğu öylesine ustaca anlatmış ki hayran olmamak elde değil...

Sufilik, aşk, manevi dünya, dostluk, hakikat gibi derin konular çok akıcı bir üslupla, güzel hikayeler içinde, sade bir dil ile olağanüstü bir şekilde anlatılmış...

Kitapta bahsedilen 40 kural ise tam anlamıyla hayatın bilinmeyen gerçek yüzünü ortaya çıkarıyor. Farkında olmasak da bu 40 kural hepimizin hayatının içinde, kimimiz uyguluyor bunları, kimimiz karşı çıkıyor...

KURAL YİRMİ SEKİZ:

" GEÇMİŞ, ZİHİNLERİMİZİ KAPLAYAN BİR SİS BULUTUNDAN İBARET. GELECEK İSE BAŞLI BAŞINA BİR HAYAL PERDESİ. NE GELECEĞİMİZİ BİLEBİLİR, NE DE GEÇMİŞİMİZİ DEĞİŞTİREBİLİRİZ. SUFİ DAİMA ŞU AN'IN HAKİKATİNİ YAŞAR."


ELİF ŞAFAK, AŞK...

20 Ocak 2015 Salı

DAĞ ÇİÇEKLERİM, SIDIKA AVAR


At sırtında, dağ dağ dolaşarak talebe toplayan idealist öğretmen  Sıdıka AVAR'ın 20 yıllık öğretmenlik macerası...


Elazığ, Bingöl, Tunceli yöresinin çetin şartlarında ülküsünün peşinde koşan, hem yaşayan, hem de dikkatle gözleyen efsane bir öğretmenin kaleminden bölgenin 20 yıllık tarihi, vahşi doğası, kültürü, ekonomisi, her şeyi...

Romanlara konu olan "Çalıkuşu Feride"nin ta kendisi...

1940'lı, 1950'li ve 1960'lı yıllar Türkiyesi...

"........ Bir kaç gün Tunceli'ye gidecek yük kamyonlarında şoför yanında yer bekledik. Bu zaman zarfında Paşa yaverini gönderdi. Mazgirt Kaymakamına ve Pertek'ten itibaren jandarma karakollarına geçeceğimiz haber verilmişti.

O zaman Tunceli'yi boydan boya geçen bir şose Elazığ'dan başlar, Murat üstündeki Pertek Köprüsü'nden Tunceli'ye girer, dağları, vadileri dolana dolana kuzeye gider, Karasu üstündeki Muti köprüsü ile Erzincan sınırında biterdi. Kaza yolları sağlı sollu darlaşarak ayrılır, köy yolları daha incelirdi.

Şafakla kamyona gidip şoför yerine yerleştik. O zamanlar şoför mahalli, lüks özel mevkii idi. Otomobil yalnız vali ve Paşa'da vardı. Hizmet arabaları kaptı kaçtı biçimindeydi. Vilayette taksi diye bir şey yoktu............"

Mutlaka okunmalı, muhteşem bir hikaye.....


DAĞ ÇİÇEKLERİM
SIDIKA AVAR 

12 Ocak 2015 Pazartesi

BIRAKMAYI DÜŞÜNDÜM, HULKİ CEVİZOĞLU

Hulki Cevizoğlu   : Başımızdaki bunca dert ve sıkıntı ile nereye doğru gidiyoruz?

M. Kemal            : Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz.

Hulki Cevizoğlu   : Gençlikten umutlu musunuz?

M. Kemal          : Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız, aziz memleketim ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanları içinde sırf vatan ve hakikat aşkı ile ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdendir...



Araştırmacı yazar Hulki Cevizoğlu'nun 2011 yılında yazdığı bu kitapta Atatürk hakkında hiç bilinmeyenler, saklanan gerçekler Atatürk'ün ağzından bir röportaj şekliyle veriliyor. 

Atatürk gerçekten İttihatçı mıydı, doğum tarihi 1880 mi, 1881 miydi, Kürtler için yerel özerklik istedi mi, ilk hedef Akdeniz'di , peki ikinci ve üçüncü hedefler neydi ?.....

Bunlar ve bunlara benzer konulara birinci ağızdan cevap alacaksınız. Hulki Cevizoğlu bu kitabıyla yine kendinden bekleneni yaptı ve sevenlerini bir kez daha bir başyapıtla buluşturdu.

Mutlaka okuyun, okumayanlara tavsiye edin...


BIRAKMAYI DÜŞÜNDÜM
Bir Devrimciyle Röportajlar 
Hulki Cevizoğlu
2011 ANKARA İSİM YAYINLARI

9 Ocak 2015 Cuma

19 MAYIS 1919 ATATÜRK YENİDEN SAMSUN'DA, TURGUT ÖZAKMAN

"Beklenmedik bir şey oldu, Atatürk'e benzeyen adam Vali Vekilini elinin tersiyle yavaşca kenara itip yürüdü. Beraberindekiler de Vali Vekilini görmezden gelerek Atatürk'ü izlediler. Atatürkçülüğü, anma töreni yapmak, Atatürk rozeti taşımak ve Atatürk şiirleri okumak sanan güzel öğrenciler ile halkı selamlayarak, alkışlar içinde geçip uzaklaştılar." sözleriyle başlayan bu muhteşem roman birçoğumuzun en büyük hayalini gerçeğe dönüştürüyor.


Turgut Özakman'ın 2002 yılında birincisini, 2003 yılında ikincisini yazdığı bu kitapta ; hepimizin yıllarca beklediği rüya gerçek oluyor ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1999'un 19 Mayıs'ın da tekrar Samsun'a çıkıyor. Kendisini özleyen büyük Türk Milleti ile buluşuyor ve memleketi bu hale getirenlerden tek tek hesap soruyor. 


Bir solukta okuyacağınız bu kitap sayesinde, hem tarihi bilgilerimizi tazeleyecek, hem de hepimizin rüyası Ata'nın yeniden dönüşünü büyük bir keyifle seyredeceğiz.


Özellikle bugünlerde ayrı bir önem kazanan bu kitabı okumayanların mutlaka hemen , daha önce okumuş olanların da en az bir kere daha okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum.


8 Ocak 2015 Perşembe

SAVAŞMADAN KAZANMAK, JOSEF KIRSCHNER

Josef KIRSCHNER'in Savaşmadan Kazanmak isimli kitabından:

Savaşmadan kazanmanın bir takım kurallarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz ;


-Rakibini yenmek istiyorsan, önce kendini yenmelisin.

-Savaşı kazanmak için her zaman mutlaka bir alternatifin bulunmalıdır.

-Oyunda kendinizin hakemliğini yine kendiniz üstlenmelisiniz.

-Yenilgiye mazeret aramamalısın.

-Oyunda hangi kuralları kullanırsan kullan sadece tek şansın olduğunu unutmamalısın.

-Zafer kazananların bile yenilebileceği unutulmamalıdır. Yenilgiler korkutmamalı, aksine motive ettirici unsur olarak görülmelidir. Galip gelmenin önemli üç saldırı unsuru: savaşma gücü, kazanma iradesi ve yeterli yedek kuvvetlerdir. Yukarıda açıklanmış olan beş kuraldan anlaşılacağı gibi hayatımız koskoca bir oyundan ibarettir. Bizler de bu oyunun birer parçası olduğumuzu unutmamalıyız.

"Savaşmadan kazanmak'' demek, tehdit ve yaptırım oklarına hedef tahtası olmamak demektir.

"Savaşmadan kazanmak" demek, hedef tahtasından uzaklaşıp; zehirli okların boşluğa doğru uçmasını sağlamak demektir.

Çoğumuz, yüksek sesle konuşarak kendimizi fark ettireceğimizi zannederiz, ancak yüksek sesle konuşmakla kazanmanın hiçbir ilgisi yoktur. Kazanmak için zafer anı gelinceye kadar sessizliği korumak, zafer anı gelince de harekete geçmek gerekir.


Her bireyin elde etmesi gereken önemli zaferleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1. "Mutlaka kazanmalıyım" düşüncesini yenin; bunun için iç disiplin anlayışı içerisinde bulunulmalı; her oyuncu kendi şahsına uyum gösterecek doğru zaman, yer ve koşullar yakaladıktan sonra harekete geçmelidir.

2. Kendinize güvenmeyi öğrenin: Hayatları boyunca diğer insanları aşağılayarak kendini yüceltmeye çalışan insanlar vardır. Birçokları bozguna uğradıklarında kolaya kaçar. Güç kazanıp kendilerini geliştirmektense , göstermelik ve sahte başarılara sığınırlar. Amaçları çevresindekilerine , yenilmediklerini ispat etmektir. Yaşadığımız dünyada bir şeyleri değiştirmek istiyorsak önce kendi kişiliğimizde bazı şeyleri değiştirmeyi başarmalıyız. Bu da başaracağım inancıyla başlar.

3. "Suç işle; af dile " prensibine boyun eğmeyin : "Önce günahı işle; sonra af dile" felsefesini benimseyenler, kaybedecekleri önceden belli olan bir savaşa atılmış olurlar.

4. "Olabilecek en kötü şey" korkusunu yenin : Başına gelebilecek en kötü olayı korkuyla bekleyerek yaşayan bir kimse, bu korkusunu yenmeyi başardığı takdirde, hiçbir şey onu korkutamayacaktır. Savaşmadan kazanmak bir anlamda ölümle dost olmak demektir.
Savaşmadan kazanmak için; ya çevreye uyum sağlayacak şekilde kendinizi hazırlarsınız ya da başkalarının yapılarını, değer yargılarını boş verir; kendi kendinizi keşfetmeye çalışırsınız. Hayatınızın geri kalanında size en çok zevk vereceklerle uğraşırsınız.
Sonuç olarak kendimize ulaşan yolu takip ederken, hayatımıza anlam katacak olan potansiyel güçleri araştırmalıyız.

7 Ocak 2015 Çarşamba

GÜÇ MERKEZLİ YÖNETİM, JEFFREY PFEFFER

Yazar Jeffrey PFEFFER, Güç Merkezli Yönetim isimli kitabında davranışları etkilemenin, olayların gidişini değiştirmenin, direnci aşmanın ve insanlara başka durumda yapamayacakları şeyleri yaptırmanın yollarını, şirketler dünyasından, çok çeşitli kuruluşlardan ve siyasetten alınma canlı örneklerle izah ediyor. Kitap örgütlerde iktidar, iktidarın kaynakları, etkin iktidar kullanımı için taktik ve stratejiler, iktidar dinamikleri olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır. 

Birinci bölümde iktidar, başkalarının davranışlarında gerçekleşmesini istediğimiz bazı değişiklikleri ortaya çıkarma kapasitesi olarak tanımlanmaktadır. Bu bölümde örgütlerin önündeki en büyük sorun olarak, iktidarı kullanan insan sayısının çok az olması gösterilmektedir. 

İşleri halletmenin yolları üç ana başlıkta toplanmıştır: Hiyerarşik otoriteden yararlanmak, güçlü bir şekilde paylaşılan bir örgütsel vizyon oluşturmak, iktidar ve nüfuz kullanımı. Hiyerarşinin üç sorunu vardır; modası geçmiş bir yöntem oluşu, görevimizi yerine getirmek için doğrudan bizim emir zincirimiz altında yer almayan kişilerle iş birliği yapma zorunluluğumuz ve piramidin tepesindekinin yanılma olasılığı. Örgütsel vizyon oluşturmak ise zaman ve emek isteyen bir iştir. Bu örgütsel vizyon kriz dönemlerinde işlemeyebilir. Bu nedenle askeri kurumlarda vizyonun yanında emir-komuta zincirine ve emirlere uymayı öngören bir geleneğe gerek vardır. İktidar ve nüfuz kullanımında ise resmi otoriteniz olmadan ya da resmi otoriteye başvurmadan da işleri halledebilirsiniz. 

Kitapta, "İktidar ne zaman kullanılır?" sorusunun cevabı şu şekilde verilmektedir: "Karşılıklı bağımlılığın bulunduğu koşullarda, görüş ayrılıklarının bulunduğu ortamlarda, konunun önem derecesinin yüksek olduğu durumlarda kullanılır." 

İkinci bölümde, iktidarın kaynakları incelenmiştir. İktidar "doğru" yerde olmaktan kaynaklanır. Ama neresidir doğru yer? İyi bir yerin ya da konumun size şunları sağlaması gerekir; 

a) Yandaş edinmede kullanılabilecek bütçe, fiziksel mekan ve mevki gibi kaynaklar üzerinde denetim, 
b) Enformasyon üzerinde denetim, 
c) Resmi otorite.

Üçüncü bölümde, etkin iktidar kullanımı için taktik ve stratejiler üzerinde durulmuştur. Bu bölümde üzerinde durulan taktik ve stratejiler şunlardır:

Çerçeveleme: 
Bakış açımız ne gördüğümüzü etkiler. Nasıl resimleri çerçevelere yerleştirirsek, sorunlar ve eylemler de çerçevelere yerleştirilir; bunları görme ve değerlendirme tarzımıza yön veren bağlam sonraki gelişmeleri belirler. Bir sorunun nasıl bir çerçevede ele alınacağını saptamak, çoğu zaman, çıkacak kararı belirlemek anlamına gelir. Dolayısıyla bağlamı ortaya koymak, iktidar ve nüfuz kullanımı açısından kritik bir stratejidir. Örneğin yapılıp yapılmayacağı tartışma potansiyeli olan bir ortamda, projenin nasıl yapılacağı yönünde çerçeve belirlenirse, çoğunlukla insanlar nasıla odaklanıp nedeni unutacaklardır.

Kişiler arası etkileme süreçleri:
Örgütler, birbirlerinden kopuk bireylerin kendi başlarına buyruk bir şekilde kararlar alıp eyleme geçtikleri yerler değildir. Her şeyden önce, insanların iş arkadaşlarıyla etkileşim içine girdikleri toplumsal zeminlerdir. İş arkadaşlarımızın söylediklerinden, yaptıklarından etkileniriz ve buna toplumsal kanıt etkisi denir. Örgütte güç kullanmak isteyen liderler toplumsal kanıt etkisini kullanarak düşüncelerinin ve kararlarının tüm örgüt tarafından kabul edilmesi için seçtikleri ajanları diğer örgüt üyelerini etkilemek üzere onların arasına gönderirler. Böylece aslında sadece güç kullanan liderin inandığı görüşler tüm örgütün inançlarıymış gibi ele alınır ve kimse aksi davranmak istemez. Çünkü tüm örgüt böyle düşünüyor ise doğrudur inancı veya aksini yaparsam dışlanırım korkusu onu bu sürece iter.

Zamanlama:
İktidar ve nüfuz kazanmaya yönelik taktik ve stratejileri uygularken, sadece ne yapacağımız değil, bunu ne zaman yapacağınızı da belirlemeniz büyük önem taşır. İyi zamanlanmış eylemlerde başarı şansımız artarken, aynı eylemlere daha talihsiz bir anda girişirsek en küçük başarı şansımız olmayabilir. Zamanlamayla ilgili taktiklerden birkaç örnek verecek olursak bunlardan bir tanesi "geciktirme"dir. Bir şeyi durdurmanın en iyi yollarından biri onu geciktirmedir. Bir şeyi geciktirmenin son derece etkili bir yolu da daha fazla inceleme veya düşünme süresi talep etmektir. Başka bir taktik "bekletme"dir. Kimin kimi bekleyeceği, bir toplumsal sistemdeki iktidar dağılımına göre şekillenir. Başkalarını bekletmek ya da beklemeyi reddetmek sadece bir iktidar simgesi değildir, aynı zamanda gücümüzü artırmakta kullanabileceğimiz bir taktiktir. Bir yere gecikmekle dikkatleri üzerinize çekerseniz bu yolla elde ettiğiniz görünürlük size nüfuz kazandırabilir. Keza başkalarını bekletmeniz de insanların onlar üzerindeki örtük gücünüzü fark etmelerini sağlar. Yine başka bir taktik "zaman sınırlamaları"dır. Zaman sınırlamaları her zaman üstünlüğü elinde tutan tarafın lehine çalışır. Toplantılarda tartışma belirli bir karara doğru yönelmeye başladığında, o karardan yana olan kişinin "hemen bir karar vermeliyiz" diye ortaya çıkmasının nedeni budur.

Enformasyon ve Analiz Politikası: 
Enformasyonun ve enformasyonla gelen kesinliğin bir iktidar kaynağı olduğu kuşkusuzdur. Enformasyon çok önemli bir politik stratejinin analiz aracılığıyla yolumuzu açma stratejisinin parçası olarak kullanılabilir. İstediğimiz kararları alabilmek için enformasyona ihtiyaç duyduğumuza göre, örgütlerde işleri sonuca götürmek için, hedeflediğimiz hareket tarzını destekleyen olguları elde etme becerisini kazanmamız gerektiği açıktır. Gerek duyduğumuz olgulara kimi zaman sosyal ilişkilerimiz ve destekçilerimiz yardımıyla ulaşırız, kimi zaman da şirket dışından bir uzmanı örneğin bir danışmanlık firmasını devreye sokarak istediğimiz cevapları elde ederiz. Rasyonel karar süreçlerine gerçek değilse de görünüşte duyulan ihtiyaçtan ötürü, iktidar ve nüfuzla ilgili çekişmelerde enformasyon ve analiz önemli stratejik silahlar olarak iş görür. Bu mücadelelerde güçlü dış uzmanları devreye sokmak ve bunu inandırıcı bir şekilde, bir tarafsızlık görüntüsü yaratarak yapabilmek, etkili bir stratejidir. 
İktidarı Pekiştirmek İçin Örgütsel Yapıyı Değiştirmek 

Örgütsel yapı ile iktidar arasındaki bağlantılar dikkate alınırsa, iktidar kazanmaya yönelik yapılabilecek yapısal değişiklikleri sıralayacak olursak; muhalefeti bölerek yönetmek için örgütsel yapıya başvurabilirsiniz. Kaynaklar ya da enformasyon üzerinde daha fazla denetim kazandıracak konumlara kendinizi ya da müttefiklerinizi yerleştirerek iktidarınızı pekiştirmek için örgütsel yapıyı kullanabilirsiniz. Yetki tanımları örgütsel yapıya bağlı olarak belirlendiği ölçüde, başkalarını kendi tarafınıza çekmek ve sizin girişimlerinizi desteklemelerini sağlamak için örgütsel yapıdan yararlanabilirsiniz.

Sembolik Eylemler: Dil, Törenler ve Ortamlar
İnsanlar mantıkla ikna edilir, ama duygularla etki altına alınır. İktidar ve nüfuzun başarılı tatbikatçıları dili, sembolleri, törenleri ve ortamları hünerli bir şekilde kullanarak insanların yaptıkları şey konusunda kendilerini iyi hissetmelerini sağlarlar. Dil çok güçlü bir etkileme aracıdır ve politik dil her türlü örgütte iktidar kullanımının vazgeçilmez bir unsurudur. Örneğin hükûmetin vergileri artıran bir yasaya "Vergi Adaleti ve Mali Sorumluluk Yasası" adı vermesi, politik dil kullanılarak yapılmak istenilenin nasıl tepki çekmeden yapılabileceğine bir örnektir. 

Dördüncü bölümde; iktidar dinamikleri başlığı altında, iktidar kaybına yol açan nedenler incelenmiştir. Sonuç olarak güç merkezli yönetim, hemen her örgütün farklı çıkarlar barındırdığını bilmek demektir. Dolayısıyla, yapacağımız ilk işlerden biri, politik yapıyı inceleyerek belli başlı çıkarları ve örgüte ağırlığını koymuş önemli politik birimleri saptamak olmalıdır. Bu farklı birim ve bireylerin bizim için önem taşıyan konularda ne gibi görüşlere sahip olduğunu öğrenmek; ayrıca onları bu perspektifi benimsemeye iten nedenleri anlamak demektir. Güç merkezli yönetim, işlerin altından kalkabilmek için size karşı çıkanların sahip olduğundan daha fazla güce ihtiyaç duyduğunuzu bilmek demektir. Güç merkezli yönetim, örgütlerde iktidar edinmeye ve kullanmaya yarayan taktik ve stratejileri zamanlamanın önemi, örgütsel yapıdan yararlanmanın yolları, bağlanmanın toplumsal psikolojisi ve diğer etkileme yöntemlerini bilmek demektir...